Logo

Yaşamı yeniden örgütleme ve yenilenme çağrısı


K. Irmak

“Gündelik yaşamı” örgütleme sorunu

“Bütün teoriler gridir dostum, yaşamın altın ağacı ise yeşil!”

Lenin’in Nisan Tezleri’nde Goethe’nin Faust’undan yaptığı bu ünlü alıntı, devrimciler tarafından yeri geldikçe farklı sorun alanlarına işaret etmek için kullanılmaktadır.

Gündelik yaşamı örgütlemede yaşanan zorlanmaların sonucu, sistemin yeniden üretimi olmaktadır. Zamanını planlayıp hedefleri doğrultusunda örgütleyemeyen bir devrimcinin zamanı tüketmesi de sisteme hizmet etmektedir.

Kapitalist sistem emekçilerin her anını planlamaktadır. Fatura ödeme zamanlarından yemek aralarına, çay molasından “indirim” zamanlarına dek her bir saniye, sistemin işleyişine “fayda sağlamak” üzerine kuruludur.

Peki bizler, kendimizi davaya adayan devrimciler olarak zamanı ne kadar verimli değerlendirebiliyoruz? Bu soruyu sormak aynı zamanda bu kadar emek verdiğimiz mücadelenin gelişimi için de gereklidir. Elbette, ne kadar çaba harcarsak harcayalım, devrim sadece bizim çabalarımızla gerçekleşmeyecektir. Ama bu yolda harcadığımız çaba aynı zamanda bizi “insan” kılacak ve özlemini duyduğumuz yaşama yaklaştıracaktır.

Sürüklenmek ve sürüklemek... Birbirine zıt iki kavram. Her ikisi için de kötü ya da iyi diyebilecek durumda değiliz. “Ne için” sürüklendiğiniz ve sürüklemenin “neye hizmet ettiği” soruları önemli. Kişisel hırslar, bireysel tutkular peşinde sürüklenmek ve sürüklemek, genelde kişiyi nesneleştiren bir sonuç üretiyor. “Statü sahibi bir eş” için, “güzel bir vücut” için, ya da daha masum “sevgi” ya da “aşk” için, beğenilmek ve görünmek için duyulan kaygı ve harcanan çaba, bir zaman sonra “tükenme” olarak kendini ortaya koyuyor. Kapitalist düzende insanlar bunlar için çalışıyor, yaşıyor ve ölüyorlar. İyi bir araba, ev ve eş üçgeninde statü, konum ve yaşam standardı... Elbette insanlar daha iyi koşullarda yaşamak, gereksinimlerini nitelikli şeylerle gidermek isteyebilir. Lakin zamanı “bireysel” olarak daha iyi yaşam şartları için tüketmek, yaşam amacını buna endekslemek, “çok iyi” insanları bile bu düzenin çarklarının dişlisi haline getiriyor.

“Yarin yanağından gayri” herşeyi paylaşmak!..

Biz devrimciler bu çarkların parçası olmak yerine bunu parçalayacak olan sınıfın bilinçli unsurları olmayı seçmişiz. “Yarin yanağından gayri” her şeyi paylaştığımız bir düzeni kurmak için çıktığımız bu yolda biliyoruz ki, bu çarkları üreten sınıf özgürleşmeden, emek kurtulmadan insanlık da kurtulamayacak. Bu bilinçle kendimizi bir “dava”ya adıyoruz. Attığımız bu adımın ve yaşamımız boyunca sürecek iddiamızın doğallığında sorumlulukları ve zorlukları var. Bu zorluklarla mücadele etme çabası insanı geliştiriyor.

Yazının başında kullandığımız alıntı aslında birçok şeyi özetliyor. “Gündelik yaşamı” örgütleme alanında yaşadığımız zorlanma, sıradan ve olağan gördüğümüz birçok şey, bizi teorinin griliğine götürüyor. Oysa basit ve olağan gibi görünen pek çok tavır, düşünce ve davranışın gerisinde bir bakış açısı yatıyor.

Basit bir örnek... Herhangi bir emekçiye “kitap okuyabiliyor musun” diye sorduğunuzda, yanıtı çoğunlukla şu olur: “Kitap okumaya ayıracak ‘boş’ vaktim yok”. Bu yanıtın emekçilerin yaşamında bir karşılığı var elbette. Ancak bu cümlenin gerisinde, yaşam koşullarından da kaynaklı, okumanın ancak “boş zaman”da yapılabileceği bakışı yatmaktadır.

Bir emekçiye bunu dayatan yaşam koşullarıdır ve bu onun için bir olgudur. Ancak bizler için çoğu durumda bu söylem bir olgudan öte bir “gerekçe” olmaktadır. Kitap okumak üzerinden verdiğimiz örneği, yazı yazmak, her açıdan gelişmek, faaliyeti geliştirmeye kafa yormak ve pratiğini örgütlemek, yani siyasal ve örgütsel yaşamın pek çok alanına uyarladığımızda, bu tarz “bahane” ya da “gerekçe”lerin arkasına sığınıyor muyuz? Bir devrimci açısından bu tarz bahane ve gerekçelerin bir karşılığı olabilir mi?

Genel planda tartışırken elbette mahkûm ederiz bu ve benzeri yaklaşımları. Ancak gündelik yaşamda pratiği örgütlerken ve zamanımızı planlarken, bundan ne kadar uzak durabiliyoruz?

- Öğrenmeyi biliyor muyuz?

- Önceliklerimizi neye göre belirliyoruz?

- Tercihlerimizin gerisindeki motivasyon ne?

- Yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın sorumluluğunu alıyor muyuz?

- Kendimize, yoldaşlarımıza ve sıradan emekçilere gerekli özen ve saygıyı gösteriyor muyuz? vb...

Gündelik yaşamda en sıradan görünen olaylara ilişkin duygu, düşünce ve tutumlarımız bizim gerçekliğimizi yansıtıyor. Bu gerçekliği anlamak ve sorgulamak durumundayız. Bunu yapmadığımızda, onu değiştirme başarısını da gösteremeyiz.

Tepkisellik, ölçütler ve değerler sisteminden yoksunluk

Bir olaya, olguya ya da insana dair düşüncelerimiz öznellik içerebiliyor. Bu öznellik tartışması karşısında en temel savunma, “ben elbette kendime göre değerlendireceğim” olabiliyor. Ya da “benimki öznellik de seninki mi devrimcilik” saldırısı ile karşılanabiliyor. Bu tür bir savunma refleksi ve tepkisellikle sağlıklı bir tartışma yürütmek mümkün olmuyor.

Tepki ve tepkisellik, içgüdüsel ve karşıtlık oluşturan bir davranış biçimidir. Kelime karşılığı bile bunu anlatır: “1- Bir cismin kendini iten ya da sıkıştıran başka bir cisme karşı gösterdiği karşı etki; 2- Geri tepen güç.”

Neden tepki duyarız? Bize saldırıldığını, anlaşılmadığımızı, karşımızdakinin yanlış davrandığını düşündüğümüzde, dolayısıyla kendimizi “haklı” gördüğümüzde tepki duyarız. Tepki yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın sorumluluğunu almamakla ilintilidir. Hep karşımızdaki haksız, yetersiz, eksik, yanlıştır. Bunu açıkça dile getirmesek de, davranış pratiğimize yön veren bakış açısı bu olmaktadır. Örneğin, aslında gelişmeye çok açığızdır ama doğru müdahale yapılmamıştır, ya da, “ben orada öyle davrandım ama beni öyle davranmaya siz zorladınız” vb.’nin arkasına sığınırız.

Peki, biz bu kadar doğru düşünüyor ve duruma açıklamalar getiriyorsak, sorunlar nereden kaynaklanıyor? Biz hiç mi yanlış yapmıyoruz? Elbette “özeleştiri de yapıyor, hatta kendimizi yerden yere vuruyoruz”dur. Ama yine de “karşımızdakiler hep hatalı, biz ise temelde haklıyız”! Oysa insan kendi gelişimine ilişkin sorunları bilince çıkarmadan ileriye doğru adım atamaz. İçimizdeki “apolitizm” ve “sıradanlık”ı görmeden, kendimizi yıkıp yeniden yapmadan, bakış açımızı değiştirmeden yol alamayız.

Tepki içgüdüsel bir davranış biçimidir. Biz içgüdülerimize bilinç ve irade ile yön verebildiğimizde, sorunu anlamak ve değiştirmek için adım atmış oluruz. Karşıtlık yaratmadan, kıyaslamadan, nesnel ölçütler üzerinden özeleştirel olabiliriz. Tepki ise karşıtlığı/taraflaşmayı doğurur.

***

Değerlendirme ölçütlerimizi bir çizgide buluşturacak olan normlardır. Örgütlü yaşamda ise tüzüğe bağlı bir yaşamı örgütleyebilmektir. “Her şeyi, her yerde, her biçimde tartışabilme özgürlüğü” liberalizmin öğretilerinden biridir. Liberalizm salt kendini böyle göstermeyebilir. Değerlendirme yaparken kişisel ölçütlerle bakmak da var edilen değerleri aşındırabilir. “Sekterlik ve liberalizm aynı kökten beslenir”. Kendine liberal, karşısındakine sekter olunan sayısız örnek vardır siyasal yaşamda.

Dolayısıyla “içimizdeki düşman”a karşı savaşabilmektir aslolan. Bunu başarabilmek, bir değerler bütünü oluşturabilmek bizi özgürleştirecektir. Bugüne kadar var edilen değerlere ulaşmak ise soyut saptamalarla değil, zayıflıklara karşı kararlı bir mücadele ile başarılabilir. Değerler sisteminin, gündelik yaşamın en sıradan işlerinde olduğu kadar en ciddi sorunlar karşısında aldığımız tavırlarda da saklı olduğunu bir an bile unutmamalıyız.

Teorinin griliğine sığınmak yerine yaşamın altın ağacının yeşilini görebilmek için çaba harcamalıyız.


Üste