Logo
< Rejim krizi ve Kürt sorunu

Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 1 - H. Fırat


Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 1

Devletin Kürt açılımı

(6 Eylül 2009)

H. Fırat

Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen TKİP IV. Kongresi'ne, ön sürecin ürünü zengin bir yazılı materyal sunuldu. IV. Kongre çalışmalarını, saptanmış gündemlerine bağlı olarak komisyonların hazırladığı metinlerin yanısıra, dünyada ve Türkiye'de siyasal gelişmeler, ulusal sorun, tarihsel ve teorik temelleriyle devrimci şiddet sorunu, aydınlar sorunu vb. bir dizi konuya ilişkin zengin bir materyal üzerinden sürdürdü. Bu materyalin bir bölümü H. Fırat yoldaşın iki kongre arası dönemdeki konferanslarından, öteki bir bölümü aynı dönem içindeki MK Toplantısı Tutanakları'ndan oluşmaktaydı. Bu materyalin bir bölümü önümüzdeki haftalar ve aylar içinde yayınlanacaktır.

Burada ilk bölümünü yayınladığımız Kürt sorunu konulu konferansların kayıtları da bu materyalin bir parçasıdır. İlk ikisi devletin Kürt açılımının hemen sonrasında, Eylül ve Ekim 2009'da, diğer üçü 2011 yılı içinde verilmiş bu konferansların kayıtlarını, 7 ya da 8 bölüm halinde sunmayı düşünüyoruz. Kayıtların orijinali burada sunulandan çok daha kapsamlıdır ve TKİP IV. Kongresi'ne de bu orijinal biçimiyle sunulmuştur. Biz burada bu kayıtları elden geçirilmiş, ele alınan tema aynı olduğu ölçüde kaçınılması olanaksız yinelemelerden ve özel ayrıntılardan mümkün mertebe arındırılmış biçimiyle yayınlıyoruz.

Bu konferanslardaki düşünce çizgisi, aynı dönemde parti basınımızda yayınlanmış ve bir kısmı bizzat konferanslar içinde anılmış metinler üzerinden de izlenebilir.

Bugün yine gündemde yeni bir Kürt açılımı var, AKP iktidarının artık suyu çıkmış yeni bir manevrası olarak. Devletin 2009'daki Kürt açılımını geniş bir çerçevede ele alan bu konfransların tam da şu sıra yayınlamasını, bu açıdan da ayrıca anlamlı ve fazlası ile yararlı buluyoruz...

tkip.org

* * *

Bir süredir Türkiye’nin gündeminde Kürt sorununa ilişkin demokratik açılım tartışmaları var. Yürütülen mücadelenin dolaysız bir sonucu olarak son 20-25 yılda rejimin inkarcı çizgisi epeyce güç kaybetmekle birlikte bugüne kadar inatla sürdürülmüştü. Ama şimdi bu sorunu artık nihayet çözmek gibi büyük bir iddia ile ortaya çıkılabiliyor. Her ne kadar bu iddia daha şimdiden bir duvara toslamış gibi görünüyorsa da, konuya ilişkin iyimser söylem ve iddialar halen de sürdürülüyor. Önümüzde duran kritik soru şudur: Bu gelişme hangi ihtiyacın ürünüdür? Hangi gelişmeler ya da dinamikler zorladı da devletin Kürt açılımı gündeme geldi? Olup bitenlerin anlaşılması bu sorunun yanıtına sıkı sıkıya bağlıdır.

 

Açılım hangi ihtiyaçların ürünüdür?

Uzun yıllardan beridir Kürt halkı bir mücadele veriyor, bu mücadelenin yarattığı bir birikim ve bu sorunun yarattığı bir ağırlık var. Bu birikimin basıncı ve bu ağırlığın taşınamaz yükü artık Türk burjuvazisini bir çözüme mi zorluyor? Sorunun böyle bir yanı var kuşkusuz. Ama burada bir yenilik olmadığını da biliyoruz. Kürt sorununun ağırlığı ilk defa hissediliyor değil. Bu mücadele birikiminin yarattığı ağırlık, bundan çok daha ileri, çok daha zorlayıcı boyutlarda olabildi geçmiş yıllarda, ama buna rağmen Türkiye’nin gündemine böyle bir açılım gelmemişti. O halde böyle bir anda neden özellikle geldiği üzerinde durmak gerekir.

Bilindiği gibi, ABD Güney Kürdistan politikasını önceki yılın (2007) sonunda Türkiye’ye kabul ettirmeyi başardı. Olup bitenleri ancak bu temel önemde gelişmeyle bağlantılı olarak yerli yerine oturtabiliriz. Irak’taki gelişmeler ortaya çok ciddi bir Güney Kürdistan sorunu çıkardı. Güney Kürdistan’daki oluşum, fiili bir devlet biçimini aldı. Ve bu gelişme, bölgedeki Kürt sorununu yaşayan ülkeler kadar, belki onlardan da çok, Türkiye için ciddi bir sorun kaynağı haline geldi. Kendi ülkesinde Kürt sorununun varlığını inkar eden bir rejim, hemen kendi eteğinin dibinde bir Kürt devleti gerçekliğiyle yüzyüze kaldı. Bunun Türkiye’deki Kürtler üzerinde de çok büyük bir etkisi oldu. Kürt Hareketi İmralı çizgisiyle birlikte içine düştüğü gerileme, bocalama ve kargaşa sürecinden çok büyük ölçüde Güney Kürdistan’daki gelişmeler sayesinde çıkabildi.

Olaylara daha yakından bakarsanız bunu daha açık biçimde görebilirsiniz. 2003 Mart’ında ABD'nin Irak’a emperyalist müdahalesi gerçekleşti. Baas rejimi yıkıldı, ülke emperyalist işgal altına girdi. Bu gelişmeye bağlı olarak 2004 yılında Güney Kürdistan’da Kürt devleti oluşumu fiilen biçimlendi. 2005 Newroz’unda ise Türkiye’de büyük ve coşkulu bir kitlesel patlama yaşandı. O zamanki değerlendirmelerimizde var; bu çok büyük ölçüde bölgedeki, özellikle de Güney Kürdistan’daki gelişmelerin Türkiye’deki Kürt kitleleri üzerindeki olumlu etkisinin ürünüydü. Bu gelişmeler Kürt kitlelerine umut ve moral verdi. Kısa ömürlü Mahabbad denemesini saymazsak tarihlerinde ilk defa bir Kürt devleti gerçekliğiyle yüzyüze kalmışlardı ve başlı başına bir olaydı. Kaldı ki o zamanki beklentiler bugüne göre çok çok güçlüydü. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinden bölgedeki Kürt sorununun toplam çözümü doğrultusunda çok daha fazlası bekleniyordu. Bu iyimserlik büyük bir moral etki olarak Türkiye’ye yansıdı ve böylece Türkiye’deki Kürt hareketinin toparlanmasını da kolaylaştırdı.

20. yüzyılın neredeyse tamamında ulusal direnişe sahne olmuş Güney Kürdistan, Türk rejimi için geçmişten beri bir sorun kaynağı idi. Türk devletinin Kürdistan’ın bu parçasına ilişkin geçmişten gelen resmi kırmızı çizgileri vardı. Bölgede herhangi bir Kürt devleti oluşumunu kabul edemeyeceğine dayalı sınır çizgileriydi bunlar. Ama Irak’taki yeni durum ve ABD emperyalizminin ihtiyaç ve tercihleri, gelinen yerde artık bu çizgilerin terkedilmesini gerektiriyordu. Bu, Türkiye-ABD ilişkilerinde başa çuval geçirme olayından başlayıp bir dizi ara aşamadan geçen bir bunalım süreci olarak yaşandı. Tayyip Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’deki o ünlü ABD ziyaretinin ardından, Türk rejimiyle Amerikan emperyalizmi arasında nihayet bu konuda bir mutabakat sağlandı. Türk rejimi Güney Kürdistan sorunundaki kırmızı çizgilerini bir yana bırakmak zorunda kaldı. Bunun karşılığında Amerikan emperyalizmi de Güney Kürdistan yönetimine, Türk devletiyle ilişkilerinde bazı şeyler dayattı. Böylece Türk devleti verdiği tavizin karşılığında alacağını da aldı.

Ne verildi ve ne alındı? Türk devleti Güney Kürdistan oluşumunu kabul etmek durumunda kaldı ve onunla yakın ilişkiler kurmak sürecine girdi. Ama karşılığında da Güney Kürdistan’ın sınırlarını dilediğince ihlal edebilme, Güney Kürdistan’a hava harekatları, ihtiyaç olduğu durumlarda da kara harekatları yapabilme hak ve olanağı elde etti. Böylece yeni kurulan Kürt devletinin egemenlik hakları daha fiili kuruluş aşamasında keyfi ve aşağılayıcı biçimde çiğnenmiş oldu.

Türk devleti ile Güney Kürdistan arasında bu yeni ilişkinin kurulabilmesi, Amerikan emperyalizminin bölgesel politikaları ve planları için çok önemliydi. Türkiye’nin işbirlikçi büyük burjuvazisi de, kuşkusuz kendi çıkarlarını da gözeterek, bu politika ve planlarla gerekli uyumu sağlamak zorundaydı ve bunda çok zorlanmadı da. Fakat bunun için Güney Kürdistan ile amerikancı çizgide yeni olumlu ilişkilerin geliştirilmesi hiç de yeterli değildi. Bu aynı zamanda kendi içindeki Kürt sorunu konusunda da belli adımlar atmayı gerektiriyordu. Bu olmaksızın Güney Kürdistan ile istikrarlı bir ilişki zaten kurulamazdı. Siz hemen bitişiğinizde adı Kürdistan olan, resmi dili Kürtçe olan, Kürt bayrağı ve Kürt marşı ile temsil edilen, sınırları olan, gümrüğü olan, kendi iç egemenliği olan bir devletle iyi ilişkilere gireceksiniz, bu bir Kürt devleti olacak, ama Kürtlerin nüfus ve toprak olarak aşağı yukarı yarısı devletinizin sınırları içinde olduğu halde bu konuda herhangi bir şey yapmayacaksınız, statükoyu olduğu gibi sürdüreceksiniz! Üstelik onyılları bulan büyük bir mücadelenin örgütlü birikimi de orta yerde duruyorken! Böyle bir şey mümkün değildi. Özellikle de Kürtlerin bu denli içiçe geçtiği, parçaların birbirinden bu kadar çok etkilenebildiği bir aşamada. Devletin Kürt açılımı bunun olamayacağının açık bir itirafı oldu.

Batılı emperyalistlerin Kürt sorununu reformlarla hafifletmek doğrultusunda Türkiye’ye telkinleri 1990’lı yıllardan beri zaten süregeliyordu. Dahası ABD’nin buna yönelik olarak daha somut planları da vardı. 1990’ların başında, Özal döneminde, Baas rejiminin yıkılmasına ve Irak’ın parçalanmasına bağlı olarak, Güney Kürdistan’ı Türkiye ile birleştirmek planıydı bu. Bu plan o aşamada başarılı olamadı. 2003 Mart’ında Irak’a yapılan ikinci emperyalist müdahalenin ardından ise artık ortaya yeni bir durum çıktı. Güney Kürtleri ayrı ya da Irak bünyesinde fiili bağımsızlığa yakın bir federal devlet olarak varolabilmek konusunda bir özgüven kazandılar. Pratikte de bu yolu tuttular.

Ama Irak’ta olayların seyri, Arap burjuvazisinin gücü, Güney Kürdistan’a yönelik tehditleri, Kerkük meselesi, bir dizi başka sorun bunun çok da kolay olmadığını gösterdi. Dahası, Türkiye’nin hamiliği olmazsa, fiili devlet oluşumunun bile korunamayabileceği riski ortaya çıktı. ABD de bunu Güneyli Kürt liderlere anlayabilecekleri dille anlattı. Eğer Türkiye’nin hamiliğini kabul edip koruması altına girmezlerse, kuşatılmış bir bölgede ayakta kalamayacakları konusunda onları ikna etti. Onlar da elde ettikleri egemenliklerini büyük ölçüde ABD’nin desteğine sahip oldukları için, bu gerçeği hesap etmek durumunda kaldılar ve böylece sözkonusu mutabakat gerçekleşti.

Fakat bu yeni ilişkilerin istikrarlı bir biçimde kurulabilmesi ancak Türkiye’de Kürt sorununun bir parça yatıştırılması kaydıyla olanaklı olabilirdi. Yoksa bu sadece Türkiye’deki Kürt sorununu ağırlaştırır ve bu büyük bir bunalım kaynağı haline dönerdi. İşte bu çerçevede, ABD’nin özel baskısı, telkini ve özendirmesi ile gündeme gelmiş bir konudur, devletin “Kürt açılımı”. Türkiye’nin bu doğrultuda uzun yıllardır süren emperyalist telkinlere gelinen yerde belli sınırlar içerisinde bir karşılık vermesinin nedeni, temelde Güney Kürdistan’a ilişkin politikasını değiştirmiş bulunmasıdır. Güney Kürdistan’a ilişkin politikasını değiştirmesi, Güney Kürdistan’la ABD çizgisinde bir hamilik ilişkisine girmesi, beraberinde ister istemez, kendi içindeki soruna da bir biçimde bir çözüm bulması zorunluluğunu getirdi.

 

Açılımın sınırları ve inkarcılığın gücü

Tabii önce bu açılımın koşulları hazırlandı, ifade uygunsa zemin düzlendi. Bilinen Ergenekon operasyonları bu amaca yönelikti ve doğal olarak bunun arkasında ABD vardı. Bu tür bir operasyon Kıbrıs, Güney Kürdistan ve Ermenistan konularında kemikleşmiş resmi politikalarda ciddi bir revizyonu için adeta bir zorunluluktu. Ulusalcı denilen şoven çevreler ile devlet aygıtından yolları onlarla kesişen öğeler hedef alındı ve kolayca bertaraf edildiler. Ordu sistemli bir yıldırma ve itibarsızlaştırma operasyonundan geçirilerek kıpırdayamaz hale getirildi. Böylece muhtemel çatlak sesler çok büyük ölçüde dizginlendi. Sonuçta AKP devlete büyük ölçüde hakim hale geldi. Seçmen nezdinde zaten bir desteği vardı. Ama seçmen nezdinde desteğe sahip olmak, kendi başına kimseyi Türkiye’de iktidar yapmaz, ona devlete hakim olma imkanı sağlamaz. AKP tam da bu operasyonlar ve buna ABD’nin tam desteği sayesinde, devletin dümenine hakim olabilir hale geldi. Böylece de yeni durumların ihtiyaç haline getirdiği açılımları nispeten rahatça yapabilmesinin önü açıldı.

Yine de bunun belli sınırları vardı. Açılımın daha şimdiden gelip bir duvara toslaması bile bunu göstermektedir. Bu sınırlar sermaye düzeninin kendi karakterinden ve bundan ayrı düşünülemeyecek olan iç güç dengelerinden geliyor. Bu türden bir açılımın önüne engel olarak çıkabilecekler güçten ve itibardan düşürüldüğü halde, şimdi bakıyoruz, CHP ve MHP üzerinden bu konuda gösterilen direnç, bir anda AKP’nin dilinin dolaşmasına yol açabiliyor. AKP daha şimdiden üniter devleti hiçbir biçimde tartışma konusu etmediğini, tek devlet, tek millet, tek bayrak, vb.'nin hiçbir biçimde tartışılamayacağını, ayrıca anayasanın da bu amaçla değiştirilmeyeceğini, bir genel affın sözkonusu olmadığını söylemek durumunda kalıyor. Bütün bunların söylendiği bir durumda ise Kürt açılımı üzerine edilen onca lafın dibi bir anda boşalıyor.

Demek istiyorum ki, Güney Kürdistan’a ilişkin kırmızı çizgiler bir yana bırakıldığı halde, son birbuçuk yıl içerisinde Ergenekon operasyonu üzerinden katılaşmış resmi politikaların savunucusu durumundaki yapı ve çevreler etkisizleştirildikleri halde, bu açıdan zemin epeyce bir düzlendiği halde, daha aradan iki ay bile geçmemişken, bu konuda görevlendirilmiş bakan daha kendi bir birbuçuk aylık temaslarının bir bilançosunu bile sunmamışken, AKP’nin sözde açılımı gericiliğin kendi bünyesinden gelen bir dirençle püskürtüldü. AKP bir anda MHP çizgisinde konuşmaya başladı. AKP temsilcileri basın toplantıları yaparak güya MHP'ye cevap vermeye çalıştılar ama bunu tam da onun mantığını devralarak yaptılar. “Bebek katilini ipten alan kim?”, “Terörist başının yaşamasını sağlayan kim?”, “Şehit analarının ahını omuzlarında taşıyan kim?” vb. söylemlerle, ama biz değil siz asmadınız, oysa asmanız gerekiyordu demeye getirdiler.

Bu, Türk gericiliğinin Kürt sorunundaki sınırlarını, aynı anlama gelmek üzere çok büyük direncini gösteriyor. Düşününüz ki bunlar iki yıllık Ergenekon operasyonunun ardından olabiliyor. Generallerin karizmasının çizildiği, orgenerallerin, kuvvet komutanlarının bile Ergenekon savcılarına gidip ifade vermek zorunda kaldıkları bir evrede yaşanabiliyor. AKP’nin polisi ele geçirdiği, yargıda epey bir güç kazandığı, devlet bürokrasisinde büyük mevziler elde ettiği bir aşamada, Türk gericiliği buna rağmen inkarcı çizgide büyük bir direnç gösterebiliyor ve bu direnç anında Amerikancı Kürt politikasına yatmış hükümet üzerinden de yankılanabiliyor.

Şu sıra 2005 yılına ait bazı değerlendirmelerimiz basınımızda yeniden yayınlanıyor. 2005 yılının özelliği ne diyeceksiniz? 2005 yılında biz Abdullah Öcalan’ın yeni çizgisini, bunu konu alan kitapları üzerinden eleştirdik. O sıralar da bir tür Kürt açılımı vardı. Tayyip Erdoğan Diyarbakır’da konuşmuş, tarihsel haksızlıklardan sözetmiş, bu haksızlıkları gidereceklerini, sorunu çözeceklerini ve bunu da “Demokratik Cumhuriyet” formu içinde yapacaklarını söylemişti. Ama şimdi basınımızda yeniden yayınlanan 2005 yılına ait bu metinleri okuyunuz, bugünkü tartışmaların neredeyse aynısını orada da göreceksiniz. O evrede de şoven çevrelerden gelen direnç karşısında AKP resmi çizgiye, o inkarcı çizgiye gerisin geri hızla dönmüştü. O zaman da Tayyip Erdoğan tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatandan hiçbir şekilde taviz vermeyiz demek durumunda kalmıştı. Böylece 2005 yılının bu sözde açılımı daha başlamadan geride kalmıştı.

Kuşkusuz bugün (Eylül 2009 -Red) koşullar o günden farklı. O dönemde AKP gerçekten aciz bir iktidardı, henüz yalnızca hükümetti. Generaller karşısında çok temkinli, dikkatli, çekingen bir partiydi. Bugünse generalleri iki de bir Ergenekon savcılarının önüne çekebilecek bir durumda. Buna rağmen ama, toplumun derinliklerinden gelen inkarcı şoven gericilik karşısında, bir anda gerisin geri bilinen resmi çizgiye dönebiliyor.

Dolayısıyla hiçbir hayal kurulmamalı. Kürt sorunu derin tarihi ve toplumsal temelleri olan köklü bir sorundur. Bu sorunun gerçek özgürlük ve tam eşitlik temelinde bir çözüme kavuşması bir devrim sorunudur. Türkiye’nin bugünkü düzeni ayakta kaldıkça, Kürt halkının bir ulus olmaktan kaynaklanan temel demokratik haklarının tanınabileceğini ummak, gerçeklerden kopmaktır, temelsiz ütopyalar ile oyalanmaktır.

Bunları bir devrimci olarak, sorunun çözümüne devrimci bir bakı açısıyla yaklaşarak söylemiş oluyorum. Emperyalist güç dengelerindeki büyük değişmeler ya da büyük emperyalist savaşlar sonrasında oluşan yeni gerici güç dengeleri içinde yeni ulusal devletler elbette kurulabilir. Nitekim birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, savaşta yenilen çok uluslu emperyalist imparatorlukların dağılmasına bağlı olarak ortaya bir dizi yeni devlet çıktı. Irak’a yönelik son emperyalist müdahale ise Güney Kürdistan’da fiili bir devletin kurulmasına yol açtı. Fakat bunlar tümüyle farklı bir durumun örneğidirler.

Bu olabilir; emperyalistler arası güç dengelerindeki değişmeler, bunun ürünü çatışmalar, bu çatışmaların ortaya çıkaracağı yeni güçler dengesi sonucu olarak, böyle bir şey Türkiye’de yaşanabilir. Fakat bunun sorunun devrimci demokratik çözümüyle uzaktan yakından bir alakası olmaz. Bu gerici güç dengelerindeki değişimin yarattığı sistem içi bir sonuç olur ve devrimci bakış açısının dışında kalır. Bu yolla ulusal sorun çözülmüş de olmaz, yalnızca biçimi ve mahiyeti değişmiş olur. Güney Kürdistan’ın şimdiki iğreti konumu bile, yeni durumun ortaya çıkardığı yeni sorunlar bile, bunu göstermeye yeter.

 

Burjuva gericiliği ve Kürt sorunu

Amerikancı Kürt açılımının arkasında başta TÜSİAD olmak üzere işbirlikçi tekelci burjuvazinin hemen tüm kesimleri duruyor. Burjuvazinin bu yönetici katmanının çıkar ve tercihleri her konuda olduğu gibi bu konuda da ABD ile örtüşüyor. Bu örtüşme Güney Kürdistan ile ilgili kırmızı çizgilerin bir yana bırakılmasında da kendini bütün açıklığı ile göstermişti. İşbirlikçi büyük burjuvazi öncelikle ekonomik ve mali gücüne güveniyor, buradan gelen bir rahatlıkla hareket ediyor. Güney Kürdistan’ı kendisi için hem bir pazar, hem bir yatırım alanı, hem de petrol rantı olan bir alan olarak görüyor. Halen Güney Kürdistan kullandığı çimentodan içtiği suya, yediği bisküviye kadar tüm temel ihtiyaçlarını Türkiye’den karşılıyor. Bölgede Türk şirketlerinin sayısız yatırımı var. Ürettiği petrolü Akdeniz’e akıtmaya da Türkiye talip. Özetle Güney Kürdistan halen işbirlikçi büyük burjuvazi için yağlı bir lokma olarak duruyor orta yerde. O bugün iktisadi olarak yuttuğu Kürdistan’ın bu parçasını yarın değişebilecek güç dengeleri içinde gerekirse siyasi olarak yutabileceği hesabını da yapıyor kuşkusuz. Türk burjuvazisinin büyük tekelci gruplardan oluşan bu kesimi, bu açıdan kendine fazlası ile güveniyor. Dışarıda Güney Kürdistan sorununda ve içerde Kürt sorununda yapılan açılımların arkasında durmasının gerisinde bu var.

Ama burjuvazinin öteki bir kesimi, özellikle orta üst sınıflar, özellikle siyaseten MHP’nin, ve Saadet Partisi’nin arkasında duran geleneksel kesimler, bunun “milli çıkarlar”a zarar vereceğinden ciddi endişeler duyuyorlar. Bugün Kıbrıs sorununda verilecek tavizlerin yarın bu adadaki etki alanının tümden kaybedilmesiyle, Ermenistan ile ilişkilerdeki tavizin yarın Türkiye’nin sınırlarının tarihi Ermeni iddiaları çerçevesinde tartışmalı hale gelmesiyle, Kürtlere verilecek tavizlerin ise ilerde ülkenin bölünmesiyle sonuçlanabileceği korkusu ve kaygısıyla hareket ediyorlar, bu nedenle tüm konularda gerici bir direnç gösteriyorlar. Kürt sorunundaki adımlardan dolaysız güncel ekonomik çıkarları da yok burjuvazinin bu katmanlarının. Oysa büyük burjuvazinin Güney Kürdistan’ın ekonomik açıdan sömürgeleştirilmesi üzerinden var. Ama burjuvazinin daha güçsüz kesimlerinin bu tür bir dolaysız çıkarı da yok.

Dahası onlar, toplumun derinliklerindeki şovenizmi bu sorunlar üzerinden istismar ederek, bir politik güç haline gelmeye, bunu da iktisadi avantajlara dönüştürmeye çalışıyorlar. Nitekim Refah Partisi ve AKP şahsında burjuvazinin bazı grupları bunu din üzerinden yaptılar ve son on yılda bunun yararını fazlası ile gördüler. Önce yerel yönetimleri ele geçirmenin muazzam rantlarıyla beslendiler ve ardından AKP üzerinden devletin imkanlarını en iyi biçimde kullanarak büyük burjuvazinin saflarına katıldılar. Burjuvazinin başından itibaren AKP’yi arkalayan kesimleri bunu dinsel gericiliği kullanarak yaptılar. Kürtlere verilecek tavizlerden bugün için dolaysız çıkarları olmayan, ama bu sorun üzerinden etkili bir şovenizmle politik güç elde edip bunu da iktisadi güce dönüştürmeye çalışan burjuva katmanlar olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız. Burjuvazinin dinsel ve milli kaygılarının gerisinde her zaman çıplak sınıf çıkarları vardır, bunu unutmamalıyız.

İşte bu kesimler şimdi bir direnç gösteriyorlar ve bunda başarı da sağlıyorlar. Çünkü şovenizm, çünkü inkarcılık, çünkü Kürt halkının ikinci sınıf bir etnik topluluk olarak görülmesi, tam da işbirlikçi büyük burjuvazinin tarihsel politikaları sayesinde bu toplumun genlerine işlemiş durumda. Kitlelerin bilincine bir önyargı olarak yerleşmiş durumda. İşte o şovenist rüzgar kitle desteğine dönüşüyor ve böylece iktidar partisinin de paçaları tutuşuyor. İki sene sonraki seçim için bunun ne anlama geleceğini gözeterek, onlar da hemen şovenizm mevzisine giriyorlar. Böylece açılım daha açılmadan kapanıyor. Açılımla daha ne yapılacağı bile belli değilken, tek millet, devlet, tek bayrak, tek vatan söylemiyle, orta oyunu sona eriyor.

Açılımın içeriğiyle ilgili henüz açıklanmış bir şey olmasa da yapılmak istenenlerin sınırlarını amerikancı yazarların yazdıklarından öğrenebiliyoruz. Kürt enstitüleri kurulacak, Kürtçe seçmeli dil haline getirilecek, okullarda isteyen okuyabilecek, köy isimleri geri verilecek. Yani kirli savaşın bir takım etkilerine karşı, belli sınırlar içerisinde bir takım jestler yapılacak, o arada Diyarbakır cezaevi yıkılıp yerine okul kurulacak, vb... Ama bu sınırlarda tavizlerle Kürt sorununu çözmeyi ummak hayallerle oyalanmaktır. Onyılları bulan bir mücadelenin yarattığı güçlü birikimlere dayalı Kürt sorunu böyle çözülmez. Kürt sorununu bu düzen içinde bir parça olsun çözmenin ilk adımı, Türkiye Cumhuriyeti’ni iki uluslu bir devlet olarak tanımlamaktır. Daha ilk adımı bu, tüm ötesini bir yana koyuyorum.

Ama Türkiye’nin iki uluslu bir devlet olduğunu söyleyebilecek, dolayısıyla da bunu destekleyebilecek hiçbir burjuva kesim yok bugünün Türkiye’sinde. AKP’nin açılımında da bunların yeri yok. Ama Kürtlerin diline, kültürüne, bir takım başka ikincil önemdeki ulusal haklarına gösterilebilecek belli bir toleransın bu sorunu hafifletebileceğini, PKK’nin kitle desteğini azaltabileceğini ve tasfiyesini kolaylaştırabileceğini düşünüyorlar. Başlangıçta, gerekli açılımları yapıyoruz, bu durumda artık elinizde silah tutmanızın manası kalmıyor demeye getirerek PKK’yi bir açmaza, olanaklıysa beklentilere, giderek bir çözülüşe sokma hesabı ile hareket ediyorlardı. Ama bu politikanın iler tutar bir yanı yoktu. Nitekim PKK anında gerekli tepkiyi verdi; burada çözüm değil tasfiye planı var, amaç sorunu çözmek değil bizi tasfiye etmektir açıklaması yaptı. Elbette gerçek amaç sorunu çözmek değil, fakat Kürt hareketini tasfiye etmek, bu ağırlığı ortadan kaldırmaktır. Düzenin asıl sorunu budur.

 

Kürt hareketinin tutarsızlığı

Abdullah Öcalan 15 Ağustos’ta (2009) düzen çevrelerinde büyük merakla beklenen açıklamasını yaptı. Ortaya bir tür kendi çözüm paketini koydu. Paketin esası Kürtlerin kendi kendilerini yönetebilme hak ve olanağından oluşmaktadır. Bunun gerektirdiği her türden siyasal, idari, mali, yargısal, askeri, dini, sportif kurumlaşmaların istenmesidir. Daha somut bir ifade ile, her açıdan bölgesel bir özerklik talebidir. Bütün bunlar, Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde bir özerk devlet olmak hakkı ve olanağının tanınması ile aynı anlama gelir. Bu elbette Kürtlerin bir ulus olarak en doğal hakkıdır. Ne var ki bütün sorun, bunun bu düzenin sınırları içinde elde edilip edilemeyeceğidir, kurulu düzenin buna razı olup olamayacağıdır. Bu önemli bir noktadır, zira bunlar bu düzen temelinde ve onun devletiyle uzlaşma içinde elde edilmek isteniyor. Bunlar bu devletten talep ediliyor.

Abdullah Öcalan konuşmasına devlet konusundaki bilinen anarşizan söylemleriyle başlıyor. Ben Barzani ya da Talabani değilim, bana devleti verseniz de almam, federasyonu tepsiyle sunsanız da kabul etmem, zira devlete dayalı çözüme karşıyım; geçmişte devleti sorunun çözümü sanıyordum, oysa artık sorunun kaynağı olduğunu anladım, bu nedenle devlete dayalı çözüm istemiyorum vb. diyor. Ama bu anarşizan söylemle yapılan girişin ardından sıraladığı somut istemlerle, bir tek biçimsel bağımsızlık hariç, bir devleti devlet yapan hemen herşeyi istiyor, neredeyse eksiksiz olarak. Bir başka ifadeyle, çözüm paketi kapsamında ileri sürdüğü istemlerin bütünsel kurumsal ifadesi, tam teşekküllü bir devletten başka bir şey değil. Nitekim Türk gericiliği de bunu böyle anladı ve buna koro halinde çok sert bir tepki vermekte çok gecikmedi. Önden oluşturulan yapay havanın etkisiyle tümüyle başka bir şey bekledikleri ölçüde, Öcalan’ın açıklaması hem şaşkınlık, hem hayal kırıklığı ve hem de büyük bir tepkiye yolaçtı gericilik cephesinde. Bazı gazete başyazarları, devlet istemem deyip de devleti devlet yapan herşeyi isteme tutumunu, “terörist başı herkesi budala yerine koyuyor” tepkisiyle karşıladılar.

Gelinen yerde Kürt ulusal hareketi tam olarak bir özerk devlet istiyor. Kendi parlamentosuna ve yerel hükümetine sahip, dolayısıyla siyasal iradeye, dolayısıyla kendi kendine yönetme gücüne dayalı, iç güvenliğini kendisi sağlayan, vergisini kendisi toplayan, kendi adalet teşkilatına ve polis örgütüne sahip bir özerk devlet istiyor. Ama Türkiye gibi bir ülkede bütün bunları Kürtlere ancak bir devrim verebilir. Türkiye'nin bugünkü düzeni içinde bunları kimse Kürtlere vermez, veremez. Bu ancak bir devrimle elde edilebilir. Kürt hareketi devrimi bir yana bırakmış, önüne kurulu düzeni kendi tabanı üzerinde demokratikleştirme hedef ve görevini koymuş. Ama buna rağmen gerçek özgürlük ve tam eşitlik istiyor. İyi ama kurulu düzen zemininde bu bir hayaldir. Hele de masa başı görüşmeleriyle, hele de anayasal düzenlemelerle!..

Abdullah Öcalan ciddi ciddi, AKP artık Kürt sorununu çözeceğiz dediğine göre, meclisimizi, maliyemizi, polisimizi, jandarmamızı, yargımızı, eğitimimizi, sporumuzu, diyanetimizi, kızılayımızı, yeşilayımızı versin yeter, başkaca bir şey istemiyoruz, diyebiliyor. Başkaca da geriye bir şey kalmıyor zaten. Bir tek ayrılıp tümüyle ayrı devlet olarak varolmak dışında.

Partimiz tüm bu istemleri yürekten destekliyor. Ama Türk gericiliğiyle masa başında bu açıdan alınabilecek bir mesafe yok, sorun tam da budur. Bir devrimle elde edilebilir olanı kurulu düzen içinde, onunla uzlaşma ve anlaşma yoluyla elde ederiz diye düşünürseniz, bununla yalnızca kendinizi aldatırsınız. Döne döne de hayal kırıklığına uğrarsınız. Zira her türlü dayanaktan yoksun bir hayalci tutumla hareket etmiş olursunuz. Hem kurulu düzenin sınırları içinde sorunu çözelim diyeceksiniz, hem de sorununun tam çözümünü isteyeceksiniz. İki ulusun gerçek eşitliğiyle sonuçlanabilecek bir çözümü arzulayacaksınız. Böyle bir mucize yok. Mantıkta yok, teoride yok, tarihte yok, Türkiye’de ise hiç olmaz. Ama böyle bir beklenti halen Kürt hareketinin izlediği çizginin temelini oluşturuyor.

Kurulu kapitalist düzen içinde, egemen burjuva gericiliği koşullarında, bu hakları bu bütünlüğü içinde kimseye vermiyorlar. Böyle masa başı görüşmelerle hiç vermiyorlar. Ya büyük savaşlar çıkıyor, devletler yıkılıyor öyle elde ediliyor, ya da bir devrimle kazanılıyor bu haklar. Kürt hareketinin gözden kaçırdığı basit gerçek bu. Kürt hareketinin büyük tutarsızlığı da burada.

 

Özgürlük, eşitlik ve gönüllü birlik için devrim bir zorunluluktur!

Sorunu bu düzenin kendi sınırları içinde çözmeye kalkmanın başkaca da handikapları var. Bunların en başında da uzun onyıllar boyunca bilinci, algılaması, değerleri, yaklaşımları bu düzen tarafından şekillendirilmiş bulunan Türk halk kitleleri gerçeği var. Halklar, tarihin sıklıkla gösterdiği gibi, pekala her türlü gericiliğe kolayca alet edilebilir. Hitler faşizmi Alman tekellerinin hizmetindeydi, onların çıkar, tercih ve yönelimlerinin bir ifadesiydi. Ama sonuçta Alman halkının omuzları üzerinde yükseldi. Alman faşizmi kendi korkunç melanetlerine bu kültürlü halkı alet etmeyi başarabildi. Siyonizm uzun onyıllardır ve halen Yahudi halkının desteği ile ayakta duruyor. Aynı şekilde günümüzde dinsel gericilik halkların omuzları üzerinde yükselip bir dizi ülkede iktidar olabiliyor, toplumları ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültürün karanlığına çekmek üzere.

Bugün Türk halkının birçok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da derinlere kök salmış çok güçlü gerici önyargıları var. Kürt halkıyla gerçek bir özgürlüğe ve tam eşitliğe dayalı ilişkilere hiçbir biçimde hazır değil. Halkların gerçek özgürlüğe ve tam eşitliğe dayalı birliği, ancak devrimci mücadelenin ateşi içinde sağlanabilir. Sözkonusu önyargılar, onların ifadesi bütün bir gerici-şoven şekillenme, ancak mücadele içinde kırılabilir. Türk halkının bilincini mücadele içinde köklü bir biçimde değiştirmeden, Kürt sorununun da sağlıklı bir çözümüne ulaşamazsınız. Zira öteki her şey bir yana, bugünkü koşullar içinde, Türk halkının gerici şoven önyargıları burjuva gericiliğinin öteki bazı kesimlerinin istismar malzemesi haline gelir. Bazılar sahneye çıkar, halen MHP ve CHP’nin yaptığı gibi, vatan elden gidiyor diye feveran ederler, koca bir şoven cereyan estirirler ve açılım daha açılmadan kapanır. Halihazırda izlemekte olduğumuz gibi.

Halkların bilinci, halkların içiçe devrimci mücadelesiyle değiştirilir. Kürt sorununu tüm öteki toplumsal-siyasal sorunlardan ayırırsanız, kendi içinde, kendi başına ayrı bir sorun olarak ele alırsanız, böylece Türk halkından kopar, ondan uzaklaşır, hatta hatta düşmanlığını kazanırsınız. Evet, halklar her türlü kötülüğe alet edilebilmektedir. Tarihten çok bildiğimiz gibi. Birbirine karşı ulusal önyargılarla şartlandırılmış halklar arasında güven, birlik ve gerçek kardeşleşme, ancak sosyal mücadeleler içerisinde geliştirilip güçlendirilebilir. Gerici Türk sermaye devletiyle Kürt hareketi pazarlık masasına oturdu diye, Türk halkı ve Kürt halkı barışıp kucaklaşmaz, gerçek bir birleşme ve kardeşleşme sürecine girmiş olmaz. Dahası pazarlıklarla ortaya çıkacak tablo bunun tam tersi bir sonuca bile yol açabilir. Bu yolla tersinden dinamikler bile tetiklenebilir. Kurulu düzeni güçlendirmeye yönelik gerici uzlaşmalardan halklar yararına devrimci sonuçlar çıkmaz.

Burjuva toplumlar kendi içinde son derece çelişiktir, alabildiğine heterojen gerici çıkarlara dayanırlar. Burjuvazinin bir kesimi böyle açılım bayrağı tutarken, öteki bir kesimi, iktidar mücadelesinde etkin bir güç kazanmak üzere pekala şovenizm bayrağına daha etkin biçimde sarılma yolunu tutabilir. Toplumun genlerindeki şovenist maya yerli yerinde durduğu, damarlarında şovenizm kanı akmaya devam ettiği için de, şovenizm bayrağını tutanlar bununla kolayca güç kazanırlar. Bu öylesine bir lanetli güç kaynağıdır ki, bir anda açılımı yapanları bile kendi döngüsü içine çekip alır. Açılımcı AKP’nin daha aradan iki ay bile geçmeden faşist MHP ağzıyla konuşmak zorunda kalması bile bunu gösterir.

Demek istiyorum ki, sorunun kurulu düzen içinde çözümünün önünde daha temelli, daha yapısal başkaca da engeller var. Türk halk kitlelerinin derin şoven ruhu ve şartlanmışlığı bunlardan biridir ve bu sanıldığından da önemlidir. Bu ancak birleşik devrimci mücadele içinde kırılabilir, başkaca da bir yolu yok bunun. Bu öyle masa başı projelerle kırılacak bir şey değil. Öyle sermaye medyasının açılıma tam destek kapsamındaki kampanyalarıyla kırılacak bir şey değil. Onların kampanyalarıyla şovenizm son derece kolay bir biçimde depreştirilebilir, zira bunun zemini, ifade uygunsa hamuru ve mayası, toplumun dokusunda var. Birilerine yalnızca bunu karmak kalır. Ama bunun tersini yapmak o kadar kolay değil. Bu, bu düzenin kendi sınırları içinde, bu düzen zemini korunarak yapılamaz. Bu ancak çok yönlü bir devrimci mücadele süreci içinde başarılabilir. Bu zehiri ancak devrim akıtabilir, sağalma ancak böyle sağlanabilir. Toplumun tüm dokusunu, onyıllar, hatta yüzyıllar içinde oluşmuş o zehirli genetik mayasını, ancak bir toplumsal devrim temelden ve köklü bir biçimde değiştirebilir.

Halklar arasındaki önyargıların kırılması, halkların kardeşçe birleşip kaynaşması, ancak sosyal mücadele içerisinde başarılabilir. Demokrasi üzerine, demokrasi mücadelesi içerisinde kitlelerin eğitimi üzerine söyleyip yazdıklarımızın özü ve anlamı da budur. Ancak birleşik bir devrimci mücadele içerisinde farklı milliyetlerden, dinlerden, kültürlerden emekçiler birbirlerine güven duyabilir, bütünleşip kaynaşabilirler. Ancak bu durumda etnik, dini ve kültürel kimlikleri bir sorun alanı olmaktan çıkar. Emekçiler birbirlerinin etnik, kültürel ve cinsel kimliğine saygı duyar hale gelirler. Her grev, her eylem, her mücadele alanı Türk, Kürt ve öteki milliyetlerden işçiyi ve emekçiyi birleştirir, mücadelenin sıcaklığı içinde kaynaştırır. Tersinden, mücadelenin dışındaki her platform ise onları böler, ayırır, birbirinden uzaklaştırır. Daha da kötüsü şovenizmin ve milliyetçiliğin etkisi ve kışkırtması altında düşmanlaştırır. Mücadele içinde bütünleşmekten başka, bu önyargıları kırabilecek bir yol, yöntem ya da araç yoktur. Mücadele kitleleri birleştirir, örgütler, eğitir ve dönüştürür denilen olgu tam da budur. Mücadele kitlelere örgütlenme, kenetlenme, birleşme, birlikte hareket etme bilinci ve pratiği kazandırmanın yanısıra, birbirinin dinsel, mezhepsel, cinsel ve ulusal kimliğine saygı duymasını da öğretir. Her devrimcinin kendi kişisel deneyimi üzerinden de bilebileceği gibi, erkek işçiler kadın işçilere, mücadele yoldaşları olarak saygı göstermeyi ancak grevlerde, direnişlerde, eylemler içinde öğreniyorlar. Mücadele içerisinde kadının ortaya koyduğu inisiyatif, cesaret, yüreklilik, onları bir anda erkek sınıf kardeşlerinin gözünde saygın yoldaşlar haline getiriyor.

Kürt sorununun çözümü devrim mücadelesinden geçiyor. Biz bunu söylediğimizde dönüp bize, ama devrimci mücadeleyle çözüm demek, çözümü uzak ve belirsiz bir geleceğe ertelemek demektir diyorlar. Peki ama bu tür sorunların burjuva gericilik dünyasında kolay ve yakın bir çözümü olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? İrlanda sorunu üçyüz küsur yıldır var. Polonya sorunu yüz küsur yıl sürdü; emperyalist bir dünya savaşı ile Ekim Devrimi'nin kesiştiği bir özel konjonktürde ancak gerici bir çözüme kavuşabildi, daha bir de kendi bünyesinde yeni ulusal sorunlar da yaratmak pahasına. Filistin sorunu 60 yıldır kanayan bir yaradır ve zaman geçtikçe de kanama artıyor, ne olacağını, bu kanamanın bu sistem içinde nasıl durdurulabileceğini de halen kimse bilmiyor.

Kurulu düzenler ayakta kaldığı sürece sorunlar çözülmüyor, yalnızca sürünüyor. Şimdi Türk devleti bir takım tavizler verse bile, diyelim ki anayasanın başlangıç bölümüne, Türkiye Cumhuriyeti, Türklerden ve Kürtlerden oluşur, iki uluslu bir cumhuriyettir dese bile, Kürt sorunu çözülmüş mü olur? Böyle sanmak, ulusal sorunların doğasını anlamamak anlamına gelir. Ulusal hakların yasal olarak tanınması, anayasal güvence altına alınması, bu sorunu çözmez. O ulusal önyargılar, o karşılıklı güvensizlikler, o şoven ya da milliyetçi gericilik, bunların oluşturduğu ruhsal, kültürel ve düşünsel tortular sıradan insanın bilincini belirlediği sürece, burjuva gericiliğinin şu veya bu kanadı bunları her an istismar edebilir ve bu da halklar arası ilişkilerde en felaketli sonuçların önünü açabilir. Bunlar olmayacak şeyler midir? Böyle sanmak tarih bilmemektir, toplumsal gerçeklerden habersiz olmaktır, bugünün dünyasında olup bitenlerden bir şey anlamamaktır. Bütün bu gerici ulusal tortu bir devrimin selinde yıkanıp temizlenmediği sürece, halkların gerçek eşitliğe dayalı gönüllü birliği kurulamaz. Bunun dışında ne gerçek bir çıkış yolu ve ne de kalıcı bir çözüm mümkündür. Bunun dışındaki her şey boş hayallerle oyalanmaktır ve büyük hayal kırıklıklarına zemin döşemektir. Halen Kürt hareketi bölgesel özerklik istiyor örneğin, kurulu düzen içinde bir uzlaşma koşulu olarak. Peki ama bu düzen içinde bunun sınırlarını nereden çizeceksiniz? Bu sınırı bir yerlerden çekmeyi bir deneyiniz ve sonra da dönüp bakın bakalım neler oluyor?

Burjuva toplumunda milliyetçilik, milliyetçi emeller ve husumetler, ulusal düşmanlıklar ve çatışmalar bitmez. Bugünün dünyasına, üstelik de uygar sayılan bölümüne, burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin iyi kötü yürürlükte olduğu ülkelerine bakınız. İspanya'da sorun tüm hassasiyeti koruyor, atılan onca adıma, verilen onca tavize rağmen üstelik. Belçika hiç yoktan bölünme noktasına gelebiliyor! İtalya’da Kuzey Ligi İtalya’yı bölmeye yeltenebiliyor. ABD’de bile, Kaliforniya ya da Teksas üzerinden, ayrılıkçı akımlar şekillenebiliyor. Burjuva toplumunda milliyetçilik bitmez, milli düşmanlıkların, milli çatışmaların, bölgeciliğin ve bölünme eğilimlerinin sonu gelmez.


Üste