Logo
< Kürt sorununda son gelişmeler/6: Çözümsüzlük “barış”ı ya da teslimiyet

Kürt sorununda son gelişmeler/5: Savaş, barış ve devrim...


Kürt sorununda son gelişmeler/5

 

Savaş, barış ve devrim...

H. Fırat

 “Demokratik cumhuriyet” içi boş bir parlak söz ve bunu göstermek bir yerde kolay da. Teslimiyet yolunu seçenler, Kürt halkına tanınacak bazı kültürel hak kırıntılarını mevcut rejimin demokratikleşmesi olarak sundukları zaman inandırıcı olamıyorlar. Bir parça siyasal bilinci olan sıradan bir emekçinin buna inanması için herhangi bir neden de yok. Zira hiç değilse mücadele içerisinde emekçiler ve elbette bu arada özellikle yurtsever Kürt halk kitleleri, bu rejimin gerçekte ne olduğunu bizzat yaşayarak biliyorlar. Onların gözünde bu; özgürlüklere düşman, demokratik haklara ve değerlere düşman, emekçilere düşman, ezilen bir halka düşman, baskıya ve teröre dayalı gerici-faşist bir rejimdir.

Hayatın bu katı gerçeği karşısında “demokratik cumhuriyet” masalı herhangi bir inandırıcılık taşımıyor. Ona bugün için inanıyor görünen, kendini buna inandırmaya çalışanlar için bile bu böyle. Kürt halkına suspayı olarak tanınacak olan bazı kültürel hak kırıntılarının rejimin mevcut niteliğini değiştirmeyeceğini de herkes, “demokratik cumhuriyet” aldatmacasına sarılanlar da dahil, gerçekten biliyor. Oysa bir parça inandırıcı gelen, çok daha makul gibi görünen bir başka sorun ve istem var ortada: Barış sorunu ve istemi...

Çarpıtılan kavramlar: Savaş ve barış

Barış her zaman çok çekici bir kavram olmuştur. Bundan dolayı da her türlü yalana ve çarpıtmaya, demagojiye ve aldatmacaya alet edilebilmiştir. Emperyalistler ve gericiler dizginsiz bir militarizmi her zaman barışı ve güvenliği korumak yalanı arkasına saklanarak savunmuşlardır. Çoğu kere, en haksız ve barbar savaşları bile güya barış adına sürdürdüklerini söylemişlerdir. Bunu bugün de dünyanın dört bir yanında sürdürülen saldırı, tehdit, müdahale ve savaş olaylarında görmekteyiz. Emperyalistler ve gericiler, özellikle de ABD emperyalistleri, tüm bunları hep de barış adına, hep de barışı korumak için yaptıklarını söyler dururlar.

Barış, tıpkı demokrasi gibi, egemen sınıfların, burjuvazinin, emperyalistlerin, elbette bu arada her türlü oportünistin üzerine en çok laf ettikleri bir kavramdır. Kıbrıs’ı zorla işgal edersiniz, 120 binlik nüfusla yapay bir devlet yaratırsınız, adı “Barış Harekatı” olur. Savaşların hep barış adına yürütüldüğünü, en son Balkanlar’a “barış adına” müdahale edildiğini hepimiz biliyoruz. Emperyalistler nerede savaşı savaş için yürütmüş görünmüşlerdir ki? Savaş ve müdahaleler her zaman “barış adına” yapılmıştır. Irak’a müdahale, Balkanlar’a müdahale de hep barış adına yapılıyor. Demek ki barış, üzerine en çok oynanan bir kavramlardan biri.

Barışın çok çekici bir kavram ve istem olmasının ötesinde, barışa gerçekten ihtiyacı olanlar da her zaman işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklardır. Zira savaşların acısını ve yıkımını her zaman onlar yaşarlar. Bu nedenledir ki barış mücadelesini her zaman ezilen halklar, ezilen sınıflar vermişlerdir. Zaten her türlü savaş ve saldırganlığın barış maskesi takılarak sürdürülmesinin gerisinde de bu aynı olgu var. Barış isteyen, savaşın acı ve yıkımlarını çok iyi bilen kitleleri aldatmak için savaşa ve saldırganlığa bile barış adına bir kılıf uydurmak tarihin her döneminde başvurulmuş bir yoldur.

Ve eğer bugün Kürdistan’da sürdürülmekte olan savaş, emekçilerin hayatında büyük acılar yaratıyorsa, onların canına ve malına maloluyor, yaşamlarında büyük yıkımlar ve tahribatlar yaratıyorsa, bu durumda tabi ki barış herkesten çok emekçiler için çekici bir istem ve slogan özelliği taşır. Bundan dolayıdır ki, bugün davalarını terkederek teslimiyeti seçenler, devrimci cepheden gelen basıncı göğüsleyebilmek için, herhangi bir inandırıcılığı olmayan “demokratik cumhuriyet” masalından çok, barış demagojisine sarılıyorlar. Devrimcileri, “savaş yanlısı” ve barış düşmanı olmakla suçluyorlar.

Bu kuşkusuz basit bir demagoji, çirkin bir propaganda tarzıdır. Bir kere devrimcilerin, özellikle komünistlerin temel hedeflerinden biri, tam da savaştan ve şiddetten arınmış bir dünyadır. Biz bunun için komünistiz, bunun için kurulu sosyal düzene karşı savaşıyoruz, bunun için sosyalizmi istiyoruz. Şiddetten ve savaştan arınmış bir dünya bizim temel ideallerimiz arasında yer alıyor. Peki bu nasıl olacak? Böyle bir dünya nasıl kurulacak? Yanıtı gerçekte basit olan asıl ve temel soru ve sorun tam da budur. Savaşlar, çatışmalar, her türlü gerici şiddet, bugünün dünyasında bize rağmen var ve emekçi sınıflara büyük acılar yaşatmaya devam ediyor. Bütün sorun bunun nasıl ortadan kaldırılacağıdır. Şiddeti ve savaşı, onu doğuran ve besleyen her ne ise, ancak onu ortadan kaldırarak yok edebilirsiniz. Gerisi yalan ve aldatmacadır. Gerisi tarihle ve bilimle alay etmektir.

Barış sorunu, insanların, halkların ve ülkelerin barış içerisinde kardeşçe yaşaması ve refahı sorunu, öyle duygusal yakarışlar ya da iyiniyetli temenniler sorunu değildir. Eğer öyle olsaydı, yüzyıllardır çoktan barışın egemen olduğu bir dünya kurulmuş ve cennet çoktan yeryüzüne taşınmış olurdu. İnsanlık her zaman barışı özledi, oysa hala da savaşın ve şiddetin barbarlığı ile yüzyüze. Üstelik geride kalan yüzyıl içinde, insanlık tarihinin bugüne kadar görmediği ölçülerde ve tanık olmadığı barbarca biçimler içinde.

Özellikle ‘90’lı yıllardan bu yana dünya ölçüsünde savaşın ve şiddetin barbarlığı yeniden kendini dizginsizce koyvermiş bulunuyor. Güya “soğuk savaş” dönemi bitti, ama bakıyoruz yerini “sıcak savaş” dönemi almış durumda. Tam da “soğuk savaş”ın bitişinin hemen ardından bölgesel emperyalist savaşlar yaşanabilmiştir. Irak’a ve Yugoslavya’ya haydutça emperyalist saldırlar tam da bu sayede olanaklı olabilmiştir. Emperyalistler savaş makinalarını artık serbestçe harekete geçirebiliyorlar, savaş makinası NATO ilk kez olarak serbestçe sıcak bir savaşa sürülebilmiştir. “Yeni dünya düzeni” dönemi, İmralı’daki demokrasi ve barış havarisinin “demokratik sistemin zaferi” olarak kutsadığı bu aynı dönem, tam da halkların biribirlerini en vahşi biçimlerde boğazlamaya itildikleri bir dönem olmuştur.

Savaşın ve şiddetin bir kaynağı var. Buna kaynaklık eden bir toplumsal düzen, bir sınıf egemenliği sistemi, bir toplumsal ilişkiler sistemi var. Bunu ortadan kaldırmadan barışa nasıl ulaşıyorsunuz ki? Biz şiddet yanlısı değiliz, şiddet hayranı hiç değiliz. Savaş ve şiddet bizim ideallerimiz değil, tersine, bunlar bizim için haklı ve meşru durumlarda birer zorunlu araç yalnızca. Ama bugün ortada bir savaş ve şiddet düzeni var. Ortada uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir toplumsal düzen, bir sömürücü ve baskıcı sınıf düzeni var. Ve bu sınıf düzeni, bu mülkiyet düzeni, bu sosyal adaletsizlik düzeni, sürekli şiddet ve savaş üretiyor, kendisini ancak savaşlarla ve şiddetle ayakta tutabiliyor. Savaşları ve şiddeti ortadan kaldırmak mı istiyorsunuz, o zaman bu düzeni, mevcut sınıf egemenliği sistemini kaldırmak zorundasınız. Tarih de, bilim de bunun ancak böyle mümkün olabileceğini gösteriyor. Bunun dışındaki her barış havariliği iddiası, kitleleri yanıltmayı amaçlayan bir yalan ve aldatmacadan başka bir şey değildir. Kapitalizm savaş demektir, barış sosyalizmle gelecek; bu, salt bir slogan değil, tarihsel olarak da doğrulanmış bilimsel bir gerçektir.

Sovyet halkları uzun onyıllar boyunca barış içerisinde yaşadılar. Kendilerine yönelen Hitlerci savaşı birlikte, kardeşçe kenetlenerek, kahramanca göğüslediler. İkinci emperyalist savaş esnasında savaşın acısını çeken tüm halklara da büyük bir yardım olan dünyanın en görkemli yurtsever savaşını verdiler. Ama bakıyoruz, ‘90’lı yıllarda, tam da “demokratik sistemin zaferi” döneminde, dünün bu kardeş halkları akıl almaz çekişme ve düşmanlıklara, yer yer savaşlara, birbirlerini boğazlamalara itilebiliyorlar. Aynı şeyleri Yugoslav halkları yaşadılar, yaşıyorlar.

Sömürüye dayalı egemen sınıf düzenine vurulan darbeler, kurtuluş mücadeleleri, sosyal devrimler, her zaman ve her yerde halkları birleştiriyor, kaynaştırıyor ve ve kardeşleştiriyor. Beraberinde barışı ve refahı getiriyor. Ama sosyal eşitsizliklerin, giderek sınıfların yeniden oluştuğu ve burjuva sınıf egemenliğine yolaçtığı her yerde ise, bunun tam tersi oluyor. Gerici iç savaşların, beyaz terörün, halklar arasındaki boğazlaşmaların önü açılıyor. Düşmanlıklar ve çatışmalar alıp başını gidiyor.

Halkların kardeşliğinin de, barışın da, şiddetten arınmış bir dünyanın da nasıl kurulabileceğine 20. yüzyılın tarihsel deneyimleri yeterli açıklıkta tanıklık ediyor. Tam da sosyalizme dayalı kardeşlik ortadan kalktığı zamandır ki, bu yerini boğazlaşmaya, en kör ulusal önyargılara, düşmanlığa bırakıyor.

Barış adı altında tam teslimiyet

Yineliyorum, biz savaş ve şiddet hayranı değiliz. Savaş da, şiddet de bizim komünist ideallerimize aykırıdır. Ama biz, tam da savaşın ve şiddetin ortadan kalkması için, savaş ve şiddetin gerektiğini biliyoruz. Şiddete ve savaşa dayalı düzenin ortadan kalkması, ona karşı yürütülecek savaş ve ona karşı kullanılacak şiddetle olanaklıdır. Bu da tarihin diyalektiğidir, başka türlü olması da mümkün değildir. Haklı ve haksız savaş ayrımının gündeme geldiği yer de işte burasıdır. Haksız ve gerici savaşın ve şiddetin kökünü kazımak için, haklı ve devrimci savaşlar ve şiddet gereklidir. Bu bir tarihsel zorunluluktur, bunu bilmeyenler, bilmezlikten gelenler, ya cahildir ya da düpedüz yalancı ve düzenbaz.

Dolayısıyla, barış üzerine ucuz demagojilerle barış yanlılığı ya da savaş karşıtlığı lafları etmek yeterli değildir. Neyin barışını istiyorsunuz? Öyle kendi içinde soyut, sınıf konumlarından ve çıkarlarından ayrı, herkes için aynı anlamı taşıyan bir barış yok ki. Nasıl ki savaş politikanın başka araçlarla devamı ise, barış da bir politikanın devamı, bu politikanın uzantısı olarak ortaya çıkar. Politikanız nedir? Önemli olan budur. Biz PKK barış istediği için değil, devrimi terk ettiği için ona tutum alıyoruz. PKK devrimi terkeden, kurulu egemen düzene, onun sömürgeci sistemine teslimiyeti ifade eden bir barış çizgisi izliyor. PKK için sorun barışseverlik değil, fakat devrimi terketmektir. Devrimi terkederek teslimiyeti ve kurulu düzenle bütünleşmeyi seçmiş olmaktır. Barış bu utanç verici tercihin, bu yeni yönelimin duygusal ve aldatıcı bir örtüsünden başka bir şey değildir. Bu örtüyü kaldırınız, altında Türk burjuvazisinin kirli savaşla ulaşmak istediği politik sonuçları bulursunuz. Eğer illa da barıştan sözedilecekse, bu, kirli savaşın uzantısı bir kirli barıştır. Bizim karşı olduğumuz, mücadele ettiğimiz, kitleler önünde teşhir ettiğimiz, içyüzünü sergilediğimiz durum ve tutum budur.

Savaşı ve şiddeti yok etmek bizim ideallerimiz arasında; ama ancak savaşın ve şiddetin kaynağını oluşturan düzeni ve sınıfları ortadan kaldırarak ona ulaşabileceğimizi de biliyoruz. Tam da bundan dolayıdır ki, biz savaş ve şiddet sorununu kendi içinde kategorik olarak tek bir payda altında toplamayız. Haklı ve devrimci savaşlar ve şiddet vardır; haksız ve gerici savaşlar ve şiddet vardır, biz bu ilkesel ayrımı yaparız ve bunu hayati önemde buluruz. Emperyalistler arası bir savaş gerici ve haksız bir savaştır. Gerici devletler arası bir savaş gerici ve haksız bir savaştır. Halkların bu savaşlardan hiçbir çıkarı yoktur. Halklar bu savaşlarda, emperyalist tekellerin ya da gerici devletlerin egemen sınıflarının dar ve bencil çıkarları için, birbirlerine kırdırılmaktadır. Bunlar gerici ve haksız savaşlardır. Buradaki şiddet gerici ve haksız bir şiddettir. Biz buna karşıyız ve buna karşı mücadele ederiz.

Ama biz aynı zamanda gerek ezilen sınıfların, gerek ezilen ulusların kendi kurtuluşları için verdikleri mücadelenin ve bunun uzantısı olan savaşların haklı olduğunu biliriz ve tam olarak destekleriz. Bu doğrultuda uygulanan şiddet haklı ve devrimci bir şiddettir, biz bu şiddeti yürekten savunuruz. Haksız olan, gerici olan şiddeti ortadan kaldırmak için, siz haklı ve devrimci olan şiddeti savunmak ve uygulamak zorundasınız. Yoksa gerici ve haksız savaşlara ilelebet mahkum olursunuz, iradesiz, çaresiz geveze pasifistler olmaktan öteye gidemezsiniz.

Dünya halklarının devrimci mücadelesinin en zayıfladığı şu dönem, emperyalistlerin yıkıcı savaşları, azgın bir beyaz terörü, keyfi saldırı ve müdahaleleri gitgide yoğunlaştırdıkları bir dönem olabiliyor. Demek ki, halkların kurulu düzene, egemen sınıflara karşı mücadeleleri, bu çerçevede devrimci şiddet, gerici şiddet ve savaşları da dizginleyen bir rol oynuyor. Bu sonuçlar görülmeden ve bunun gerektirdiği ayrımlar yapılmadan, savaş ya da barış üzerine konuşulabilinir mi?

Görünüşe bakılırsa TÜSİAD oligarkları bile barış yanlısı, ama biz devrimciler savaş yanlısıyız! Elbette bu yalnızca aldatıcı bir görüntü, kaba bir aldatmaca. Yıllardır Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaş tam da kaymak tabakasını TÜSİAD’ın oluşturduğu tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları gereği idi, bunun ifadesi olan bir politikanın uzantısı olarak yaşanıyordu. Şimdi bu politika başarı kazanmıştır, birileri davalarını, bu davanın ifadesi olan devrimci politikalarını terkederek teslimiyeti seçmişlerdir. Bu durumda elbetteki burjuvazinin temsilcileri , TÜSİAD oligarkları, kendi koşullarına boyun eğilmesine dayalı bir kirli barışı çıkarlarına uygun bularak destekleyeceklerdir. Onlar zaten acımasız kirli savaşı tam da bu sonuca ulaşmak için yürütmemişler miydi?

Dolayısıyla, TÜSİAD soyut bir barış yanlısı olmadığı gibi, biz de soyut ve anlamsız bir savaş yanlısı değiliz. Biz savaş değil, fakat tümüyle devrim yanlısıyız ve ancak devrimci bir savaşın haklılığına ve gerekliliğine inanırız, tüm öteki savaşlara ya da savaş girişimlerine karşı şiddetle mücadele ederiz, bunları caniyane sayarız.

Biz bugüne kadar Kürdistan’da bir değil, biribirine taban tabana zıt nitelikte iki savaş olduğunu söyleyegeldik, bunlar arasında kesin bir ayrım yaptık. Bir yanda, Türk burjuvazisi yönünden tümüyle haksız ve kirli bir savaş; öte yanda, Kürt halkı yönünden tümüyle haklı ve meşru bir ulusal kurtuluş savaşı. Türk burjuvazisinin izlediği kirli savaş politikasının uzantısı olan, onun başarısını teyid eden ve güvence altına alan bir gelişmeyi pozitif anlamda bir barış olayı olarak sunmaya kalkmak, tam bir aldatmacadır. Bu kitlelerin barış isteminin ve özlemlerinin en berbat bir biçimde kötüye kullanılmasıdır.

Soyut bir savaş istemek bizim için akıldışı bir şey olurdu. Biz yalnızca devrime hizmet eden, devrimci politikanın zorunlu bir sonucu olarak gündeme gelen haklı ve devrimci bir savaşı ister ve destekleriz. Nitekim devrim hedefi terkedildikten sonra sürdürülecek olan bir savaşı biz tümüyle anlamsız da buluruz, dahası caniyane sayarız. Böyle bir durumda, gerçekten bunca Kürt ve Türk genci niye ölüyor, niye birbirine kırdırılıyor deriz, bunu reddederiz, buna karşı şiddetle mücadele ederiz. Eğer bu savaş haklı ve meşru istemlere dayanmıyorsa, bu savaşa devrimci bir çizgi yol göstermiyorsa, bu savaş devrimci program, devrimci talepler ve devrimci hedefler doğrultusunda yürütülmüyorsa, biz böyle bir savaşı neden ve nasıl savunabiliriz ki? Savaş ancak devrimci bir temele oturuyorsa ve devrimci talepler uğruna sürdürülüyorsa, devrimci bir savaştır, ancak bu takdirde haklı, meşru ve gereklidir. Biz ancak böyle bir savaşı, ki bu durumda sözkonusu olan haklı ve devrimci bir ulusal kurtuluş savaşıdır, destekleriz. Devrimci programın terkedildiği bir durumda, buna rağmen sürdürülecek bir savaşı ise biz hiçbir biçimde savunmaz ve desteklemeyiz.

Örneğin biz Barzani’nin ve Talabani’nin savaşını savunup destekliyor muyuz? Tersine, biz bunları feodal savaş ağalarının gerici boğazlaşmaları sayıyoruz. Bu savaşlarda Kürt köylülüğünün birbirine kırdırıldığını ya da emperyalistlerin hizmetinde kullanıldığını söylüyoruz. Biz böyle bir savaşı savunuyor muyuz, onu herhangi bir biçimde destekliyor muyuz?

PKK’nin devrimci programını terkettiği bir noktada, biz PKK’nin buna rağmen sürdürme yoluna gidebileceği bir gerilla savaşını savunabilir miyiz? Neyini savunacağız ki? Savaş bizim için kendi içinde soyut bir ideal değil ki. Devrimci bir amacı, devrimci bir temeli varsa, devrimci taleplere, halkın çıkarlarına ve devrimci özlemlerine dayanıyorsa, haklı ve gerekli bir savaştır. Yoksa haksız, kör ya da düpedüz gerici, şu veya bu emperyalist gücün ya da gerici devletin denetimine girmiş, onun çıkarlarına hizmet eder hale gelen bir savaştır. Böyle bir savaş ilerici sonuçlara ya da gelişmelere hizmet etmek bir yana, tersine sadece kırım üretir, dejenere olur ve toplum üzerinde sağlıksız etkilere yolaçar. Doğal olarak bu türden bir savaşı hiçbir biçimde desteklemeyiz. Birinci temel nokta bu.

Devrimin savaşa indirgenmesi

Fakat sorunun üzerinde hemen hiç durulmayan temel önemde bir başka yönü var. Bu; devrim ile savaşın birbirine karıştırılması, daha doğrusu devrim gibi kapsamlı bir toplumsal olayın salt dar anlamda bir savaş sorununa, bir askeri çatışma ilişkisine indirgenmesidir. Bu son derece önemli bir noktadır; zira bu indirgeme bir veri olarak kabul edildikten sonra, bunu bu kez, diz boyu bir teslimiyetin örtüsünden başka bir şey olmayan sözde bir barış ihtiyacının bununla gerekçelendirilmesi izlemekte ve tamamlanmaktadır. Peki durum bu mudur? Ezilen bir halkın kurtuluşu davası ekseninde bugüne kadar olup bitenler salt bir “savaş” sorunu muydu? Bu soruyu biraz irdeleyelim.

70 yıldır varlığı reddedilmiş bir ulus gerçeği ile yüzyüzeyiz. İnkarın başlangıç dönemlerinde Kürt halkının bu inkara, ulusal kimliğinin reddedilmesine ve yokedilmesi çabasına, ulusal özlemlerinin bastırılmasına karşı bir direnişi var. Bu direnişler o dönemin tarihsel-toplumsal koşullarında yenilgilerle sonuçlanıyor. Kürtlerin o günkü uluslaşma düzeyi, hareketin önderliği ve benzeri nedenler üzerinden bakıldığında, bu anlaşılabilir bir sonuç. O dönemki modern Türk burjuvazi karşısında, burjuva-feodal bir ideolojik-politik önderliğin damgasını vurduğu bir direnişin başarı şansı yoktu gerçekten. Nitekim bu savaşlar yenildi, Kürt halkının ulusal özlemleri bastırıldı.

Ama bu arada onyılları bulan bir dönem ve buna eşlik eden bir toplumsal gelişme süreci yaşandı, Türkiye kapitalist gelişmede önemli mesafeler aldı. Bu gelişme beraberinde modern sınıfları ve doğal olarak modern Kürt alt sınıflarının oluşumunu getirdi. Türkiye’deki genel devrim ve sosyalizm dalgasının büyümesine de bağlı olarak, Kürt halk kitleleri içerisinde de, yalnızca ilerici, devrimci, sosyalist özlemler değil, yanısıra ulusal özlemler de şekillenmeye başladı. Kürt halkının kendi ulusal taleplerini ilk formüle ettiği dönemin tam da TİP ve MDD şahsında Türkiye’de sol dalganın büyüdüğü bir dönem olması bu açıdan rastlantı değil. Bunun gölgesinde, bununla birlikte büyüdü zaten. Doğu Mitingleri, TİP mitingleri olarak gerçekleştirildi. Burada, bu mitiglerde sosyal özlemler ve ulusal özlemler içiçedir. “Doğu” denilirken örtülü bir biçimde bir ulusal kimlik ve coğrafya vurgulanmaktadır, ama bu mitinglerin aynı zamanda belirgin bir sosyal-siyasal muhtevası vardır, dahası bu yön önplandadır. Sloganları belirgin bir sosyal muhteva da taşımaktadır. Deyim uygunsa ulusal yön sosyal-sınıfsal yönün bir uzantısıdır daha çok. Kullanılan sloganlarda ezilen bir ulusun sorunları ile ezilen sınıfların sorunları arasında kurulmuş organik bağlar vardır. Doğallığında vardır bu. Çünkü o özlemler ilk olarak Kürt ezilen sınıflarında karşılığını bulmuştur.

Dolayısıyla ulusal dava artık esas olarak alt sınıfların eline geçmiştir, buna işaret etmeye ve bunu geleceğim asıl konuya bağlamak istiyorum. ‘60’ların sonunda, giderek ‘70’li yıllarla birlikte, durum genel planda budur. ‘70’li yıllarda Türkiye’de güçlü bir devrimci sosyal mücadele vardır. Bu mücadele beraberinde güçlü bir Kürt hareketi de geliştirmiştir. Konuya ilişkin değerlendirmelerimizde vesile doğdukça vurgulandığı gibi, Türkiye’de devrimci hareketin büyüdüğü dönemler, paralelinde Kürt hareketinin büyüdüğü dönemler olmuştur. Türkiye’deki sosyal-siyasal mücadelenin büyümesi, Kürt hareketinin gelişmesini engellemek bir yana, onun gelişip serpileceği bir toprak yaratmıştır ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda. Türkiye’deki yükseliş Kürdistan’daki yükselişi de beslemiş, güçlendirmiş, gelişip serpilmesinin koşullarını hazırlamıştır. ‘90’larda ise, bunun tam tersi bir gelişme yaşandı. Bunun nedenleri, özellikle de Kürt hareketinin izlediği çizgiyle bağlantılı nedenleri üzerinde ayrıca durulabilir.

Ama sözü farklı bir yere getirmek istiyorum. Kürt hareketi olarak ‘60’lı yıllarda yeniden boy veren ve ‘70’li yıllarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan gelişme; Kürt alt sınıflarının özlemlerinde ifadesini bulan, doğal olarak onların sosyal kurtuluş istemleriyle de birleşen ve kesişen türden bir ulusal kurtuluş arzusuydu. Ortaya çıkan siyasal akımlara bakıyoruz, adı bile doğru-dürüst hatırlanmayan birkaç marjinal burjuva çevre hariç, hepsi sosyalist olmak ve sosyalizmi hedeflemek iddiası taşıyorlar. Türkiye KDP’sinin, yani Kürt burjuva hareketinin sözü edilebilir etkisi ve itibarı var mıdır? Tüm öteki Kürt ulusal akımları, bunlar ister reformist ister devrimci olsunlar, sosyalizm iddiası taşıyorlar. Halk kitlelerinin karşısına, biz ulusal kurtuluşunuzla birlikte size sosyal kurtuluş getireceğiz iddiasıyla çıkıyorlar. Demek ki toprak buna müsait. Demek ki ulusal kurtuluş özlemi taşıyan kitlelerin arayışları buna müsait. Kısacası sosyalist düşünceye ve devrime uygun bir toplumsal zemin var.

Bu olağan bir durum olarak görülmelidir. Zira ‘60’lardaki yeni uyanışla birlikte ulusal kurtuluş davası ve özlemi artık esas olarak Kürt alt sınıflarının, Kürt ezilen sınıflarının davası ve özlemi, bayrak artık onların elinde. Alt sınıflar ise her zaman ulusal kurtuluş özlemini sosyal kurtuluş özlemiyle içiçe taşırlar. Bunun için ortaya çıkan akımların hepsi de kendi iddialarına göre birer işçi partisi, hepsi de birer sosyalist parti. Türkiye’de de bir KDP olduğu iddia ediliyor, ama 30 yıldır varlığı yokluğu belli olmayan bir akımdır bu. Ve zaten Türkiye Kürdistanı’ndaki dinamiklerden çok salt dış etkilenmenin ürünü olan bir akım bu, akım denebilecekse tabi. Demek ki Kuzey Kürdistan’ın, Kürt burjuva akımlarının kendi öz kimlikleriyle ve programlarıyla doğrudan ortaya çıkabilecekleri, yeşerip gelişebilecekleri bir toprağı yokmuş. En burjuva akımlar bile sosyalist kimlik adı ve iddiasıyla ortaya çıkmak zorunda kalmışlar. Neden? Çünkü özlem esas olarak Kürt alt sınıflarından geliyor. Ve ulusal kurtuluş özlemi alt sınıflardan geldiği zaman, her zaman sosyal kurtuluş özlemiyle içiçe geçiyor.

PKK, adı üzerinde, Kürdistan’ın İşçi Partisi olmak iddiasında. Ortaya çıktığı andan itibaren kendisini marksist-leninist olarak tanımlıyor, sosyalizm için savaştığını söylüyor. Tüm temel belgeleri, programı, manifestosu, tüzüğü, bu iddialara dayalı. ‘70’li ve ‘80’li yılların tüm öteki temel belgeleri bunu ayrıca söylüyor. “Siyasal çözüm” çizgisine kadar bayrağında orak-çekiç var. Demek ki siz bir devrim partisisiniz ve eğer böyleyseniz, siz verdiğiniz mücadeleyi kelimenin teknik anlamında bir “savaş”a indirgeyemezsiniz.

Devletlerin askeri-militarist aygıtları olur ve birileriyle savaşa girerler. O savaş doğal olarak bir yerde bir barışla sonuçlanmak zorundadır. Ama bu 1967’de İsrail-Arap savaşında olduğu gibi 6 günde olur, Balkan savaşında olduğu gibi 3 ayda olur, birinci emperyalist savaşta olduğu gibi 4 yılda olur. Ama siz bir savaş partisi değil, bir devrim partisisiniz. Siz devrim için mücadele ediyorsunuz. Sizin kendi içinde, kelimenin dar ve teknik anlamında bir “savaş” sorununuz yok, olamaz. Savaş sizin mücadelenizin bir boyutu, aldığı belli bir biçimdir. Dolayısıyla sizin kendi içinde, “ortada bir savaş varsa, onun bir barışı da olmalı” gibi bir formülünüz olamaz. Madem verilen bir savaştır, her savaşın da bir barışı olacağına, olması gerektiğine göre demeye hakkınız yok. Bu nokta son derece önemlidir, zira yıllardır kelimelerle oynamaya dayalı bu demagojik açıklamaya sığınılarak, devrimi terketme çizgisi meşrulaştırılmaya çalışıldı.

Suçlanıp mahkum edilen savaşın değil devrimin terkedilmesidir

Devrim partisi devrimin başarısı için mücadele eder ve arzuladığı barışa da ancak böylece ulaşabilir. Barış burada devrimin zaferinden, kurtuluşun elde edilmesinden başka bir şey değildir. Devrim mücadelesi ise belli zamanlarda gerilla hareketi, belli zamanlarda savaş biçimini alır, günü gelir bir toplu ayaklanmaya dönüşür. Ayaklanma bastırılır, hareket geri çekilir, parti yeraltına iner, yeniden adım adım çalışır, belli parçalarda gerilla savaşı ihtiyaç haline gelir, vb. Savaş burada devrim mücadelesinin aldığı bir biçimdir. Devrim bu evrelerin herhangi biri değil, bunların tümünü de içeren daha genel bir süreçtir.

“Büyük savaş yaptık, şimdi de büyük barış yapıyoruz”! İşte bu kendini devrim partisi olarak görmeyen, sorunu salt kelimenin dar ve teknik anlamında bir savaşa indirgeyen, dolayısıyla kendini de salt bir “savaş tarafı” olarak gören bir mantığın dışa vurumudur. Bir kere düne kadar taşıdığınız devrim iddiasının bir samimiyeti ve ciddiyeti vardıysa eğer, ki kuşkusuz vardı, bu durumda sizin için savaş ya da barış sorunları askeri literatürün bildik tanımlarının ötesinde bir anlam taşımalıdır. Siz bir sosyal hareketsiniz; sizin temelde devrimci iktidar hedefine dayalı, öyle olması gereken, devrimci sosyal-siyasal hedefleriniz var. Siz ezilen bir halkın ulusal kurtuluş mücadelesini ezilen sınıfların sosyal kurtuluş arzusuyla birleştirmek iddiasındaydınız. Bu durumda sizin mücadeleniz devletler arası ilişkilere özgü savaş ve barış terimlerinin kısırlığı içinde ele alınabilir mi?

Ve siz işte bunun için, sorunu buna indirgediğiniz için, böylece devrimi tümden terkettiğiniz için suçlanıyorsunuz, yoksa dar anlamda şu veya bu savaşı bıraktığınız için değil. Devrimi terkettiğiniz bir yerde sizin savaşınız Kürt halkının kanının boşa ya da gerici politikalar için akıtılması anlamına gelir ki, böyle bir savaşın sürmesini hiç bir devrimci istemez, bu türden bir savaşı hiç bir biçimde de desteklemez.

Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır. Biz devrimci bir savaşı neden destekleriz? Devrimci bir politikanın uzantısı olduğu, ona hizmet ettiği için. Hizmet ettiği politikadan koptuğu zaman, o savaşın bizim için hiçbir değeri yoktur. En iyimser bir durumda anlamsız ve çözümsüz bir savaştır. Sürdüğü ölçüde toplumu dejenere eder ve şovenizme zemin hazırlar yalnızca. Devrimci temellere oturmayan, devrimci amaçlara hizmet etmeyen bir savaşı, biz neden savunacakmışız ki? Kendi içinde gerilla hareketine, kendi içinde silaha tapınmamız olabilir mi bizim?

Dolayısıyla, devrimci temelini kaybetmiş bir savaşın bitmesine de hiçbir biçimde üzülmemek gerekiyor. Tam tersine. Devrimci program, devrimci hedefler terkedildikten sonra, o savaşın hiçbir anlamı kalmaz. Sadece toplumun militarize edilmesine, devletin gerici şiddeti daha çok kurumlaştırmasına ve daha dizginsiz uygulamasına meşruluk zemini yaratır. Tekrar ediyorum, biz yaşanan sürece savaş bitirildiği için değil, devrim terkedildiği ve bugüne kadar devrim adına ve devrim sayesinde kazanılmış herşey ayaklar altına serildiği için şiddetle karşıyız.

Gerilla savaşı gelinen noktada devrim mücadelesinin önünü açmıyor mu, gerillayı geri plana çekersiniz, devrimci siyasal savaşı önplana çıkarırsınız. Dağları ve kırları tutacağınıza, fabrikaları ve kentleri tutmaya yönelirsiniz. Kürt gençliğinin, Kürt halkının devrimci enerjisini fabrikalara, işletmelere, tarım çiftliklerine vb. başka yerlere yöneltirsiniz. Ama birileri için sorun mücadelenin önünü açmak değil, fakat onun kendisinden vazgeçmektir. Savaşın bitirilmesi adı altında devrim adına ne varsa terketmek, emperyalist dünya sistemiyle ve Türkiye’nin kokuşmuş kapitalist düzeniyle bütünleşmektir. Burjuvazinin, onun devletinin hizmetine girmektir.

Dolayısıyla burada savaş ve barış ikilemi üzerinden büyük bir kavram kargaşası var. Büyük bir demagoji var. Rezil bir aldatıcı propaganda var. Tüm bunlar bilinçli bir biçimde yapılıyor ve bununla samimi insanlar ve sıradan kitleler aldatılıyor.

Sorun siyasal değil demek, Kürtler bir ulus değil demekle bir ve aynı şeydir

Haklı bir savaş yürütüyordunuz, tümüyle haklı ve meşru talepleriniz vardı. Bu talepler ortadan kalkmış değil ve bütün haklılığını ve meşruluğunu koruyor. Ulusal sorunun siyasal nitelik taşımadığını iddia etmek tarihle, bilimle, gerçekle alay etmektir. Her ulusal sorun siyasal bir sorundur. Adı üzerinde, uluslar arasındaki eşitsizlik sorunudur. Uluslar sosyal, siyasal varlıklardır. Ve ulusal sorun, bunlar arasındaki eşitsizlikten, bu eşitsizliğin bir baskı ve kölelik ilişkisi oluşturmasından doğar. Ulusal sorunun çözümü işte tam da bu eşitsizliğin giderilmesidir.

Ulusal sorun tümüyle bir siyasal sorundur. Kültürel kimlik burada siyasal sorunun bir parçasıdır. Siyaset dediğiniz; yoğunlaşmış ekonomidir, yoğunlaşmış kültürdür, yoğunlaşmış ideolojidir. Siyaset bütün bunların ortak bileşkesidir. Siyasal kimlik; bir sınıfın iktisadi, sosyal, kültürel, ideolojik, psikolojik, bütün bir özelliğini, kimliğini, çıkarını kaynaştırır kendisinde. Yani kültürel olan siyasal olana karşıt değildir. Bir ulus varsa onun tabi ki bir kültürü vardır. Hayır, bizim sorunumuz siyasal değil, kültürel diyebilir misiniz?

Ama bunu Türk devleti bugün size İmralı üzerinden söylettiriyor. Tabi ki bunu boşuna yapmıyor. Kürt sorununun siyasal niteliğini kabul ettiğiniz zaman, bir ulusal varlığı kabul etmek ve onu bu konum ve kimliği üzerinden muhatap almak zorundasınız. Türkiye Türklerden ve Kürtlerden oluşuyor, Misak-ı Milli aslında Türkiye ve Kürdistan denilen iki ülkenin birleşik bir bütünüdür, demek zorundasınız. Bunun kabul edildiği bir durumda ise, sorun karşınıza ilişkilerin tepeden tırnağa buna göre yeniden düzenlenmesi olarak çıkar. Türk burjuvazisi yıllardır bunu dememek için topyekün bir kirli savaş yürüttü ve sonunda kendi iradesini, bunun ifadesi tezlerini size kabul ettirdi. Sizin şimdi “büyük barış” dediğiniz şey bunun ifadesi bir büyük, büyüklüğü ölçüsünde de utanç verici olan bir teslimiyetten başka bir şey değil.

Bir ulusun varlığından sözediliyorsa, bu bir siyasal varlıktır. Kültürel varlık bir alt kimliktir; Ermenilere, Rumlara bir takım başka azınlıklara tanınan türden kültürel halklar sorunudur. Oysa bir ulusun varlığının kabulü, beraberinde ulusların siyasal eşitliği talebini getirir. Bireylerin kanun önünde vatandaşlık statüsündeki eşitliği, adına “anayasal vatandaşlık” denilen resmi devlet tezi, ulusal sorunla ilgili bir konu değildir. Bu pekala etnik yönden homojen bir toplumda da sözkonusu olabilen bir hukuksal eşitlik sorunudur. Resmi devleti tezi lütfedip bunu bireylerin ana dillerini ve folklorik kültürlerini kullanabilme hakkı ile birleştiriyor. Önemle altı çizilmelidir; ulusal bir topluluk olarak Kürtlerin değil, vatandaş olarak tek tek Kürt bireylerinin. İmralı duruşmalarından beri kamuoyunu yönlendiren ve kontr-gerilla ile içiçe çalışan sözde bilim adamları ve uzmanlar bu noktanın altını özenle çiziyorlar, zira liderliği şahsında Kürt hareketini bu noktaya kadar geriletmiş bulunmaktadırlar. Buradan bakıldığında, Türkiye’deki hristiyan azınlıkların, hiç değilse “topluluk” olarak, çok daha geniş ve kapsamlı hakları var.

Ulusal sorunun siyasal anlamını ve dolayısıyla kapsamını inkar etmek, tarihle ve bilimle alay etmektir. Ulusal sorun beraberinde ulusal eşitlik sorununu getirir. Bu tarihin bir gerçeği. Biz insanlığın uluslara bölünmesine çok hayran değiliz, bu durumun hep böyle sürüp gitmesi de çok arzu ettiğimiz bir durum değil. Bizim ideallerimiz içerisinde ulusal ayrımların tarihi süreç içerisinde ortadan kalkması, silinmesi de vardır, tek bir insanlık ailesi bizim nihai hedeflerimizden biridir. Uluslar birer tarihi kategoridir, tarih içinde ortaya çıktıklarına göre, tarihin ileriki evrelerinde de silinip gideceklerdir.

Ama ulusların varlığı bugünkü tarihsel evrenin hala katı bir realitesidir. Ulusların varlığını kabul etmeden, onlar arasındaki eşitsizliği gidermeden, onlar üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmadan, ulusların gelecekteki tarihsel yokoluşunu da hazırlayamazsınız. Baskı ve eşitsizlik olduğu sürece ulusal ayrımlar pekişir, ulusal önyargılar güçlenir, bir tarafta sosyal şovenizm, öte tarafta ezilen ulus milliyetçiliği sürekli olarak güç kazanır. Ulusal ayrımları azaltmak, ulusal önyargıları darbelemek mi istiyorsunuz, o zaman eşitsizliği giderin, kardeşliğin ve yakınlaşmanın, giderek birleşip bütünleşmenin önünü açın. O zaman ulusal kimlik giderek zayıflar, ortak kimlik gitgide önplana çıkar.

Sorunun üstünden atlayarak barışa ulaşamazsınız

 Fakat işte tam da bunu başarabilmek için ulusal sorunun üstünden atlamayın, onu köklü bir biçimde çözün. Çözüm nerededir? Çözüm ulusların özgürlüğünde ve eşitliğindedir, gönüllü birliği, giderek tarihi kaynaşmayı ancak bu sağlayabilir. Tüm bunları ise ancak devrim ve sosyalizm gerçekleştirebilir. Bilimin dediği ve tarihin kanıtladığı budur. İnanmayanlar Sovyetler Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bugününü, devrim sonrası Yugoslavya ile dünkü Yugoslavya halklarının bugününü karşılaştırabilirler. Bu açıdan “Çözüm devrimde barış sosyalizmde!” sloganı, sorunun çözümünün tek gerçek ve gerçekçi çözümüdür. Tüm öteki çözümler sahte, geçici ve iğretidir. Kapitalist ilişkiler ulusal sorunu ve çatışmayı döne döne yeniden üretir. Kapitalizmin ulusal sorunun çözümünde iflas ettiği, çözer gibi görüdüğü sorunu yeni biçimler altında yeniden yeniden ürettiğini, daha Ekim Devrimi’ni izleyen ilk yıllarda, komünistler tarafından emperyalist savaşı izleyen zengin olgusal gerçeklere dayanılarak ilan edildi.

Ekim Devrimi’inin açtığı yolda ilerleyen Sovyet Birliği ulusların özgürlüğüne ve eşitliğine dayalı bir birleşme ve kardeşleşmenin pratik olarak nasıl gerçekleştirileceğini gösterdi. Özgürlük ve eşitlik temeline dayalı bir Sovyet cumhuriyetleri birliği süreci, ortaya zamanla  Sovyet halkı diye bir kimlik çıkardı. Bu ulusların ve azınlıkların kendi milli özelliklerini ve zanginliklerini yitirmesi değil, tersine bunu özgürce yaşayabilmelerinin ürünü bir üst kimlikti. Hitlerin savaş makinasına karşı bu birleştirici kimliğin bayrağı altında savaşıldı, savaşan, sosyalist anavatanı savunan “sovyet” kimliği içinde birleşmiş bir tek halktı, “Sovyet halkı”ydı. Ne zaman ki, sosyalizmin kuruluşu süreci zaafa uğradı ve süreç tersine döndü, ne zaman ki sosyal eşitsizlik yeniden boyverdi, ne zaman ki gide gide çıkarları uzlaşmaz sınıflaşmalar yeniden oluştu, bu sınıfsal ayrımların ürünü olan her türlü kötülük ve sorun da yeniden kendini göstermeye başladı. İşte o zaman yeniden din, yeniden milliyetçi önyargılar güç kazandı. Önce halklar arasındaki güven ve kardeşlik zedelenmeye, zayıflamaya başladı. Yıkılışın ardından yeni burjuvazinin çıplak iktidarını yeniden kurmasıyla birliket, her türlü sorun, kötülük ve pislikle birlikte bugünkü dinsel ve etnik boğazlaşmalar da tüm yıkıcılığı ve acımazsızlığı ile yeniden boy verdi.

Düşünün ki, bugün bu duruma düşüralen bu aynı halklar, bir zamanlar, Hitler faşizmini birlikte tarihe gömmekle övünen bir tek Sovyet halkını oluşturuyorlardı, bu onlar için bir ortak kimlikti ve onlar bununla övünüyorlardı, bunun ortak gururunu yaşıyorlardı.. Neye borçluydular bunu? Ulusal kimliklerin özgürce varlığına, tüm ulusların eşitliğine, tüm azınlık milliyetlerin meşru haklarının tanınmasına borçluydular. Bugün en rezil çarpıtmalara ve inkara konu edilen Sovyet devrimi, kabile toplumlarından modern uluslar yarattı, bu açık gerçeği hangi çarpıtma ve inkar gizleyebilir. Bugünün “Türki cumhuriyetleri” modern ulusal gelişmelerini neye boçlular acaba?

Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Orta Asya’da modern uluslardan en ufak bir iz ve eser yoktu, bir takım feodal, yarı-feodal kabileler vardı yalnızca, mollaların egemenliğinde Buhara’da, Samara’da bir takım bölünmüş fedodal şeyhlikler vardı sadece. Gerici sınıfların, mollaların, yarı-feodal sınıfların egemenliğinde bir takım Ortaçağ toplulukları vardı. Ekim Devriminin Çarlığın “halklar hapisanesi” içinde tuttuğu halklara sağladığı özgürlük ve eşitlik, dahası yüzyıllaca süren ezilmişlikten gelen eşitsizlikleri gidermek için uyguladığı pozitif ayrımcılık politikası, oralarda süreç içinde gelişmiş ve uygarlaşmış modern ulusları yarattı. Bugün Türk gericiliğinin “Tüklük dünyası” adına pek övdüğü modern Orta Asya cumhuriyetleri tümüyle Ekim Devrimi’nin ürünü olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Lenin’in heykelleri yıkılışa rağmen bu cumhuriyetlerin bir kısmında ayakta kalabilmiştir.

Ulusların eşitliğini gerçekleştirmeden, onların ulusal ve kültürel kimliklerinin özgürce gelişip serpilmesinin koşullarını yaratmadan, ulusal önyargıları yok edemezsiniz. Tarihin diyalektiğidir bu. Önce bastırılmış kimliği özgürleştirmek, ulusal kimlikler arasındaki eşitliği sağlamak zorundasınız. Bu eşitlik gerçekleştiği ölçüde farklılık ihtiyaç olmaktan çıkar. Giderek uluslar ortak kimlikler içerisinde kaynaşmaya başlarlar. Bu çok doğal bir süreç olarak yaşanır.

Bırakılan kurtuluş bayrağı başka ellere geçecektir

Bu ülkede 70 yıldır bastırılmış bir kimlik, bir ulus var. Bu ulusun haklı ve meşru talepleri var. Ne olacak bunlar? Barış kendi içinde güzel bir sözdür de, bu sorun çözülmeden gerçekten barış gelebilir mi, halklar kardeş olabilir mi? Şimdi İmralı savunmalarında deniliyor ki; Türkler bir üst kimliktir, tabi ki devlete ulusal rengini onlar verecektir, tabi ki resmi dil Türkçe olacaktır. Peki siz teslimiyetinizin gereği olarak bunu böyle söylediğiniz zaman, bu sorun çözülmüş mü oluyor? Böylece artık yeni bir barış ve kardeşlik dönemi mi başlamış olacak? Siz Kürt dilini, Kürt kimliğini, Kürt ulusal varlığını Türklerle eşit kabul etmediğiniz sürece, bu sorun ortadan kalkar mı? Sorunu çözmeyip yalnızca üstünden atladığınız, ya da daha da kötüsü yalnızca üstünü örttüğünüz zaman, böylece barışa mı ulaşmış oluyorsunuz? Sorunu çözmeden bıraktığınız zaman, bu sorun uğruna yeni mücadele ve savaşların gündeme gelmesini engelleyebilir misiniz? Hayır, bunların hiç biri olmayacak.  Sadece 15 yıllık bir birikimi boşuna tüketmiş olursunuz, halklar yeni 10-15 yıllar yaşamak zorunda kalırlar.

Devrim çok zor, gerçekleşemez, gerçekçi olmayan bir çözüm olarak görülüyor. Ama tarih gösteriyor ki, tek gerçekçi çözüm, tek gerçekleştirilebilir çözüm, devrimci çözümdür. Sorunun devrimle çözüldüğü yerlerde halklar uzun bir süre nefes alabilmişlerdir. Çözülmediği yerde mesele dejenere olup sürünüyor. Irak’da kaç kere barış oldu, kaç kere otonomi verildi, peki sonuç ne oldu? Sonuç hala savaş, hala çatışma ve yıkım, hala sonu gelmez acılar, orası hala bir savaş alanı, tam olarak militarize edilmiş bir toplum yaşamı var orada. Bu sorunu 200 sene önce çözmüş görünen modern burjuva uluslar bile, ulusal farklılık, ulusal düşmanlık, ırkçılık üretiyorlar. Belçika bunun somut bir örneği. Kapitalizm bu sorunu sürekli üretiyor çünkü.

Dolayısıyla, sorun “savaş mı barış mı” sahte ikilemi üzerinden konulamaz. Sorun, ezilen bir ulus varsa, bu eşitsizliği gidermek sorunudur. Bu sorun varolduğu sürece, bu sorun uğruna mücadele haklı ve meşrudur.

Siz teslim olmakla bir şeyi çözmüş mü oluyorsunuz? Kürt halkı ulusal kimliğini hissetti, ulusal onuru hissetti, ulusal varlık arzusunu yaşadı. Bunu yok edebilir misiniz? Bu ilk umutsuzluk ortamında bir süre için Kürt halkını hareketsiz kılabilirsiniz. Peki siz bu umudu yok edebilir misiniz? Üç yıl sonra Kürt halkı bunun muhasebesini yapamayacak mıdır? Ne oldu bizim ulusal kimliğimiz, ulusal özlemlerimiz, ulusal eşitsizliğimiz demeyecek midir?

Çünkü bir rejim var ve herşey Türk kimliği üzerine oturuyor, herşey Türk kimliği üzerinden formüle ediliyor. Dahası, Türkiye bölge lideri olsun diyorsunuz da, Türkiye bölge liderliği seferlerine Türk kimliğiyle çıkıyor. Orada kardeş Türki Cumhuriyetler var, biz de onların öncüsüyüz, denilerek çıkılıyor, yayılmacı seferler. Ortak Türk kimliği, ortak Ergenekon kimliği öne çıkarılarak, bu ırkçı-turanist bir tarzda yüceltilerek, bunun üzerinden ABD emperyalizminin hizmetinde bir yayılmacılık macerasına giriliyor. Bu kimlik bu şekilde üste çıkarıldığı sürece, bu tersinden Kürt kimliğini iyice ezilmesini ve eritilmesini gerektirir. Bu durumda siz Kürt halkının özgürlük ve eşitlik arzusunu bastırabilir misiniz, bu mesele öğle papazce temenilerle ve Türk burjuvazisinin yayılmacı saldırgan emelleri okşanarak çözülüp ortadan kalkar mı?

Bugün yaşanan sadece şudur: Birileri bayrağı bırakıyorlar. Ama başkaları bu bayrağı yeniden yükselteceklerdir. Yükseltmek kabiliyeti olan sınıflar, o sınıfların temsilcisi olan akımlar bu bayrağı yeniden ellerine alacaklardır. Hepsi bu.


Üste