Logo
< İmralı savunmasının eleştirisi-1: İlk tepkiler üzerinden ön değinmeler

Kürt sorununda son gelişmeler/8: Kürt sorununun niteliği, kapsamı ve devrimci çözüm


Kürt sorununda son gelişmeler/8

Kürt sorununun niteliği, kapsamı
ve devrimci çözüm

H. Fırat

Ele alacağımız üçüncü temel konu, Kürt sorununun niteliği, kapsamı ve devrimci çözümü üzerine olacaktı. Kürt sorunu, bizim bir siyasal hareket olarak, yıllardır tartıştıp değerlendirdiğimiz bir konu. Bu sorunun tarihsel temeli, toplumsal-siyasal anlamı, devrimci çözümü -tüm bunlar, Kürt sorununa ilişkin temel değerlendirmelerimizde yeterli açıklıkta var.

Buna rağmen bu sorun üzerine bir tartışma kısaca da olsa yeniden gerekiyorsa, bu tam da, İmralı savunmalarında ortaya konulan ve PKK’nın da tamamen benimsemiş bulunduğu yeni inkarcı platformdan dolayıdır. İmralı savunmalarında, artık çok net bir biçimde, Kürt sorunu siyasal bir sorun değildir, deniliyor.

Her ulusal sorun temelde bir
 siyasal sorundur

 Kürt sorunu siyasal bir sorun değildir demek, aşağı yukarı Kürtler ezilen bir ulus değildir demekle aynı anlama gelir. Gerçekte ise her ulusal sorun, temelde bir siyasal sorundur. Azınlıklar sorunu,  azınlık milliyetler sorunu bu daha çok bir dil ve kültürel haklar sorunudur. Bunlar belli bir etnik kökenden gelen, kendine özgü kültürleri olan, ama bünyesinde bulundukları ülke toplamına serpilmiş bir azınlık nüfustur. Belli bir egemen ulusun bünyesine serpilmiş bulunan ve baskı altında tutulan çeşitli azınlık milliyetler sözkonusu olduğu zaman, sorun esas olarak dil ve kültürleri üzerindeki baskının kalkmasıdır. Kendi dillerinin ve kültürlerinin özgürce kullanılması ve geliştirilmesi için gerekli demokratik koşulların yaratılmasıdır.

Ama sözkonusu olan ezilen bir ulus ise, bu durumda sorun tümüyle farklıdır, bu tümüyle bir siyasal sorundur. Yapısı gereği ulus, tarihsel ve siyasal bir kategoridir. Ve ulusal hak eşitsizliğinin bulunduğu, ulusların ezen ve ezilen konumda oldukları durumda ve yerde, eşitsiz konumda tutulan ulusun özgürlük ve eşitlik istemi tümüyle meşru bir siyasal istemdir. Bu bir nesnel durumdur, öznel tercih sorunu değil. Ezilen konumdaki ulusların, doğal bir biçimde, eşit olma, özgür olma, kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Eğer arzu ediyorlarsa ayrılma, ayrı bir bağımsız devlet olarak varolma hakları vardır. Kimse bu hakları yok sayamaz, herhangi bir ulusu bundan men edemez. Ezilen bir ulusun özgür koşullara ulaştığında bu hakkı ayrılma doğrultusunda kullanıp kullanmaması ya da bunun ezen ve ezilen ulusların emekçilerinin çıkarına olup olmadığı, tümüyle ayrı bir sorundur. Ama bunlar ezilen ve baskı altında tutulan ulusların nesnel demokratik haklarıdır, öznel tanımlamalar  ya da tercihlerle ortadan kaldırılamazlar.

Kürdistan olarak anılan, toprak bütünlüğü olan bir tarihsel coğrafya var. Bunun üzerinde kendine özgü bir dili ve kültürü olan bir etnik toplum tarihin eski zamanlarından beri yaşıyor. Bu toplumun tarihten gelen kendine özgü bir manevi-kültürel şekillenmesi var. Modern dönemde bu toplum bir uluslaşma süreci yaşamış. Ulusal varlığını ve bunun ifadesi olan özgürlük istemini, egemen ulusal bünyeye karşı sayısız isyan hareketiyle sık sık ayrıca da ortaya koyup duyurmuş. O zaman bu ulusun kendi kaderini özgürce, dilediğince tayin etme hakkı neden olmasın ki? Bu, bireylerin, partilerin, ya da egemen ve baskıcı konumdaki güçlerin keyfine, tercihine, ya da feragatine kalmış öznel bir sorun değil ki.

Her ulus gibi Kürt ulusunun da bu hakkı vardır, bu onun için en meşru ve doğal haktır. Bu hakkı ayrılma doğrultusunda kullanıp kullanmaması, marksizmin hep vurguladığı gibi, tümüyle ayrı ve somut bir tarihi sorundur. Bir hakkı kullanmak demek, bu hakkı birlikte yaşamak doğrultusunda da kullanabilmek anlamına gelir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca bir özgür seçim hakkıdır, her iki yönde de kullanılabilir. Ve bu özgürlük tanındığı ölçüde, halkların özgürce birlikte yaşama arzusunu ve tercihini güçlendirir yalnızca. Bastırıldığı, zorla ortadan kaldırıldığı ölçüde ise, ulusları böler, ulusal güvensizlik ve kopma, hatta kin ve husumet zemini haline gelir. Ezilen ulus milliyetçiliğini besleyerek, ayrılma arzusunu güçlendirir.

Marksizmin ilkeleri ayrılığa değil özgür
 ve gönüllü birliğe götürür

Düne kadar bir ezilen ulus milliyetçisi olarak ulusal dava güden Abdullah Öcalan’nın bugün tutup İmralı’da ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine ilişkin olarak söyledikleri, tepeden tırnağa bir samimiyetsizlik örneği ve ifadesidir. Kendisi cahil kabul edilemeyeceğine göre, burada çok bilinçli, insafına sığındıklarına şirin görünmeyi amaçlayan kaba bir çarpıtma var demektir.

İmralı savunmasında, ‘70’lerdeki ideolojik ortamın ağırlığı altında Marksizmin bu ilkesi bizi ayrılıkçılığa götürdü, deniliyor. Bu tümüyle temelsiz bir iddiadır, tepeden tırnağa geçeğin çarpıtılıp tersyüz edilmesidir. Marksizm, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, tam da ezen ulusla ezilen ulusun emekçilerinin sınıfsal birliğini, tam da ulusların eşitliğe dayalı özgür ve gönüllü birliğini sağlayabilmek amacı çerçevesinde savunur. Ezilen ulusa güven vermek, tarihten gelen güvensizliği gidermek, böylece birlikte mücadele edip, birlikte kurtuluşa ulaşıp, yeni toplumu birlikte inşa etmeyi gerçekleştirebilmek için, bunu başarabilmek için, Marksizm bu ilkeyi savunur. Komünistlerin bu ilkeden amaçladığı temel politik sonuç tam da budur.

Marksizmin ulusal hakları mutlaklaştırmaması, tersine sosyalizmin ve dünya devrim sürecinin genel çıkarlarına tabi kılması, bu çıkarlara zarar veren durumlarda gerektiğinde şu veya bu ulusal hakkın kullanılma tarzına karşı çıkması da bunu gösterir. Emperyalist savaş makinası NATO’dan sözde ulusal özgürlük ve kurtuluş bekleyen Kosovalıların düştüğü utanç verici duruma karşı aldığımız açık ve net tutum, anlatmak istediğim durumun çok yeni bir örneğidir.

Tarihsel uygulamaya baktığımız zaman, marksistlerin hiçbir zaman bu hakkın ayrılık doğrultusunda kullanılmasından yana olmadıklarını görürüz. Bütün öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, marksistler her zaman ve her yerde özgür ve gönüllü birlikten yana olmuşlardır. Nedir bütün öteki koşullar? Ulusların eşitliğini ifade eden tüm öteki koşullar nelerse, onların tümü. Uluslar arasındaki eşitsizliği giderdiniz mi, ezileni özgür ve eşit kıldınız mı, geriye ulusların ayrılması için fazla bir neden de kalmaz. Bu durumda ayrılık hiçbir biçimde bu ulusların işçilerinin ve emekçilerinin çıkarına da olmaz. Bunu ancak kendi gerici sınıf çıkarları ve amaçları çerçevesinde ezilen ulus burjuvazisi kışkırtma yoluna gider.

Ekim Devrimi’nden sonra, bakıyoruz, Polonya ve Finlandiya ayrılıyor. Neden peki? Çünkü halk kitlelerine bu ulusların kendi gerici burjuvazileri egemen de ondan. Burjuvazi kitlelere hakim olduğu için, onların ulusal duygularına kendi gerici sınıf çıkarlarına uygun düşen bir yön vermeyi başardığı için tutup ayrılıyor. Ayrıldıkları zaman da Sovyet iktidarı bu tercihe saygı duyuyor, devrimin o günkü çıkarlarının bu tercihe saygı duymaktan geçtiğini düşünüyor. Nitekim  bu sayededir ki, kısa zamanda Fin emekçileri, kentlerin sanayi işçileri, kendi burjuvazilerinden kopmayı başararak, sovyet devrimi yolunu tutabiliyorlar. Sonuç bu devrim bastırılması olsa bile, Bolşeviklerin ayrılma karşısındaki saygılı tutumunun, bu devrimin patlak vermesini kolaylaştırdığına kuşku yok.

Ama öteki  bir çok bölgede, ezilen ulusların işçi ve emekçileri, Sovyetler yoluyla duruma egemen oldukları içindir ki, kendi gerici milliyetçi burjuvazilerinin girişimlerini boşa çıkardılar, ayrılma yolunu tutmadılar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içerisinde eşit uluslar olarak kalma yoluna gittiler. Sovyetler Birliği’nde, sonraki onyıllarda yaşanan dejenerasyon ve kapitalist restorasyon süreçlerine rağmen, ulusların eşitliği ve özgürlüğü doğrultusunda sosyalizm sayesinde atılmış tarihsel adımların muazzam önemde olduğunu, yakın dönemin tarihsel olayları somut olarak gösterdi. ‘90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılınca, yer yer yaşanan bazı acılı olaylara rağmen, cumhuriyetler büyük ölçüde sancısız bir biçimde ayrıldılar.

Bu doğaldı da. Zira her bir cumhuriyetin sınırları belli, kendi bir idari yapılanması var, sosyalizm sayesinde gelişip serpilme olanağı bulmuş dili ve kendine özgü kültürü var. Bu önkoşullar sayesindedir ki, her bir cumhuriyet büyük ölçüde sancısızca ayrıldı ve bir anda ayrı birer devlet oldu. Yer yer, milliyetlerin içiçe geçtiği, fazla karıştığı, sosyalizm öncesi dönemde de birbirileriyle husumetli olan yerlerde, bazı problemler çıktı. Örneğin Ermenistan ile Azerbaycan arasında Karadağ üzerinden sorunlar yaşandı. Moldavya’da başka bazı sorunlar çıktı. Ama ayrılan cumhuriyetlerden hiçbiri için yeni sınırlar çizilmedi, bu cumhuriyetlerin herbirinin sınırları sosyalizm sayesinde zaten belirlenmiş ve güvenceye alınmıştı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin gerçek bir cumhuriyetler birliği olduğu, bu olaylarla somut olarak da görüldü. Bunun temelsiz olmadığı, ayrılmaların büyük ölçüde sancısız yaşanması sayesinde görülebildi.

Düşünün ki 30-40 yıla yayılan bozulma, dejenerasyon ve kapitalist restorasyon süreçlerine rağmen bu böyle olabildi. Bu olgu, Ekim Devrimi’nin ve sosyalizmin ulusal soruna getirdiği köklü çözüme somut ve etkileyici bir göstergedir. Ve sonradan birer bağımsız cumhuriyet olarak ayrılan bu ulusların bir kısmı, ki bu gerçeği sık sık hatırlatıyorum, Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, ulus olmak bir yana, henüz yalnızca ilkel feodal kabile toplumlarıydılar. Özellikle Asya için, şimdi “Türki Cumhuriyetler” diye sözü çok edilen cumhuriyetler için söylüyorum bunu. Bugün gerici burjuvazi tarafından yönetilen ve emperyalizmin boyunduruğu altına girmiş bu ülkelerde buna rağmen Lenin heykellerinin hala durabilmesini, tarihe karşı buradan gelen bir vefa borcundan ayrı düşünmek mümkün mü?

Tüm bir tarihsel deneyimin de gösterip kanıtladığı gibi, bilimsel sosyalizmin ulusal soruna ilişkin programı, eşitlik temelinde ulusları gönüllü bir biçimde birleştirmeyi amaçlar. Komünistler, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tam da bunun için savunur. Zira ayrılma hakkını savunduğunuz ölçüde, bu hakkın kullanılacağı özgür koşulların yaratılması için samimiyetle ve kararlılıkla mücadele ettiğiniz ölçüde, böylece gerçekte gönüllü birliğin gerçek ve sağlam koşullarını da yaratmış olursunuz.

Ama Abdullah Öcalan; biz bu konuda ‘70’li yıllardaki ağır ideolojik ortamın etkisinde kaldık, Marksizmin tuzağına düştük, tuttuk ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunduk, bundan dolayı da ayrılıkçı olduk, diyebiliyor bugün. Burada sözkonusu olan bilgisizlik değil, düpedüz çarpıtmadır, nedamet ruhhali içinde marksizmin en kaba bir biçimde çarpıtılmasıdır.

Marksizmin bu ilkesinin uygulandığı çok uluslu bünyelerde, uluslar gönüllük temelinde birleştirilmiştir, bunu Ekim Devrimi üzerinden örneklemiş oldum, başka dikkate değer örnekleri de var. Denizaşırı klasik sömürge ulusların durumu bu açıdan tümüyle farklıdır. Bunlar zaten denizaşırı sömürge uluslar, emperyalizme karşı ulusal özgürlük ve bağımsızlık için direniyorlar. Fransa Çin Hindi’nde egemen, Vietnam halkı direniyor ve kuzeyi kurtarıyor. Sonra onun yerine Amerika geçiyor. Amerika’ya karşı direniyor, güneyi kurtarıyor. Portekiz gitmiş Gine’yi, Mozambik’i, bir takım başka denizaşırı ülkeleri işgal etmiş, bu ülke halkları bu sömürge köleliğine başkaldırıyorlar ve özgürlüklerini elde edip kendi ulusal devletlerini kuruyorlar. Denizaşırı sömürgeler bunlar, direniyorlar ve ayrılıyorlar. Bu tümüyle bambaşka bir durum.

Ama tarihten gelen çok uluslu devletlerde, birden fazla ulusu bünyesinde barındıran toplumlarda, devrimler başarı sağladıkları ölçüde, bu ilkenin uygulanması ulusların gönüllü birliğiyle sonuçlanmıştır. Yugoslavya, Çekoslovakya buna birer örnektir. Sovyetler Birliği’nin kendisi zaten klasik bir örnektir. Abdullah Öcalan’ın söylediğinin tam tersine, Marksizmdeki yorumunda ve uygulanmasında, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ulusları ayırmaz, sağlam temeller üzerinde özgürce ve gönüllüce birleştirir.

Dün milliyetçiler olarak çarpıtıyorlardı, bugün
 teslimiyetçiler olarak...

Çok daha kritik bir nokta var ki, ezilen ulus milliyetçisi olarak Abdullah Öcalan gibileri, bunu hep özenle görmezlikten gelmişlerdir. Marksizmin ulusal soruna ilişkin programı, hiç de yalnızca ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkından oluşmaz. Bunu tamamlayan, daha doğrusu, bununla ayrılmaz biçimde bağlı olan bir öteki temel ilke ise; aynı devletin bünyesi içindeki tüm uluslardan işçilerin her açıdan ve her düzeyde ortak örgütlenmesi ve birlikte mücadelesini savunmaktır. Bir başka ifadeyle, milliyet ayrımı gözetmeksizin işçi sınıfının birliği ve ortak örgütlenmesi konusunda tavizsiz olmaktır. Buradaki başarı ölçüsündedir ki, ezen ve ezilen ulusun gelecekteki eşitliğe dayalı özgür ve gönüllü birliğinin de temelleri atılmış, böylece bu birlik güvenceye alınmış olur.

Bugün marksizmi “ayrılıkçılık” yaratmakla itham edenler, geçmişte de onun ulusal soruna ilişkin devrimci programının birliğini görmezlikten gelerek, böylece kendi “ayrılıkçılık”larını mazur göstermeye çalışıyorlardı. Dün de marksizmi çarpıtıyorlardı, bugün de. Dün ezilen ulus milliyetçisi olarak yaptıklarını, bugün ezen ulus burjuvazisine teslim olarak yapıyorlar. Dün proletaryanın ortak sınıf davasına sırtlarını dönenler, bugün bir bütün olarak Kürt ve Türk halklarının kurtuluş davasından kopuyorlar.

Dün ezilen bir ulus milliyetçileri olarak; Marksizm bize bu hakkı tanıyor, o halde biz bu hakkı ayrı örgütlenme, ayrı mücadele, ayrı devlet için kullanırız diyen, sizdiniz. Siz bunu söylerken kuşkusuz ulusal açıdan meşru olan bir hakkı kullanıyordunuz. Fakat tam da bu yolla, gerçekte Marksizmin dışına düşüyordunuz. Marksizmin savunduğu bir demokratik ilkeden belli bir biçimde ve yönde yararlanıyordunuz, ama böylece marksist olmadığınızı da göstermiş oluyordunuz.

Marksizmin ulusal soruna ilişkin programı bir bütündür. Bu programın merkezinde milliyet ayrımı gözetmeksizin proletaryanın devrimci sınıf birliği vardır. Bu programın bir gereği olarak, ezilen ulusun marksistleri her zaman birlikten yana tavır alırlar. Ezen ulus marksistleri ise çubuğu ezilen ulusun ayrılma hakkından yana bükerler. Bu, uluslar arasındaki tarihsel güvensizliği gideren, onlar arasındaki özgür ve gönüllü birlik harcını karan bir çabadır.

Bizim bağımsız Kürdistan diye bir sorunumuz yok, hiçbir zaman da olmadı. Ayrılmayı ve ayrı devlet olarak varolmayı savunmak, tarihin şu veya bu zamanda ve biçimde birleştirdiği, içiçe geçirdiği ulusları ayırmak bizim işimiz olamaz. Tersine, biz birlikten yanayız. Ama uluslar birlikten yana tercih kullandıkları zaman da, pekala birer bağımsız cumhuriyet olabiliyor. Az önce de vurguladım; Sovyetler Birliği bir cumhuriyetler birliğiydi. Yugoslavya, Tito rejiminin tüm dejenerasyonuna rağmen, kendi çapında bir cumhuriyetler birliğiydi; beş cumhuriyeti, iki özerk bölgesi vardı.

Dünün Kürt milliyetçileri bugün Türk
şovenizminin tezlerini savunuyorlar

Tüm bu birlik arzumuz ve hedefimize rağmen, biz ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine saygılıyız ve bunun gerçekleşmesi için kararlılıkla mücadele ederiz. Siz kalkıp, Kürtlerin kuracağı bir devletin bağımsızlığını bir gün bile sürdürebileceği bir temele sahip olmadıklarını söyleyebilir misiniz? Ama İmralı savunmalarında işte tam da bu söyleniyor:

“Ayrı bir devlet seçeneğinin hem maddi temeli hem de fayda anlamında bir çözüm yolu olmadığı, iddiası olsa bile pratik değerinin en zayıf yol olduğu görülecektir. Hazır bir kuruluş olsa bile (yani Kürtlere hazır bir devlet verilse bile) hiçbir komşu tarafından tanınmayacağı uluslararası alanda da tanınma durumu yoktur. Bunu bir tarafa bırakalım. Bu devletin bağımsız kendini sürdürmesi için bir ekonomiye, dile, toplumsal birliğe, savunmaya ihtiyacı var ki bunu da bir gün sürdürecek temeli olmadığı kendiliğinden görülecektir.”

Bunlar Kürt halkı için söyleniyor. Son 15 yılda kendi tarihinin en büyük uyanışını yaşadığı, düne kadar Ortadoğu’da halklara önderlik ettiği iddia edilen bir halk için söyleniyor. Bu halkın lideri olmak iddiasını taşıyan biri kalkıyor, bir halkı bu denli aşağılayabiliyor.

Bir başka yerde, bu aşağılamada ölçü iyice kaçırılıyor; “Ayrılmış bir Kürdistan bitmiş, veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerinin malikanesi olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır.”

Bu neye göre iddia ediliyor? Devrimi tümden terkedenler elbette artık salt bugünkü gerici statüko içerisinde düşünüyorlar, bundan ötesini bir anda göremez ve düşünemez hale geliyorlar. Eğer bir halk özgürleşmeyi başarabilecek tarihsel enerjiyi ve insiyatifi ortaya koyabilirse, böylece bağımsız bir ulus olarak yaşama kapasitesini de pekala ortaya koymayı başarır. Siz bugünün emperyalist ve sömürgeci statüsü üzerinden, o statü içerisinde köleleştirilmiş, dili bile yasaklanmış, toplumsal birliği param parça edilmiş bir ulus üzerinden bakarsanız, tabi ki durum size başka türlü görünür.

Oysa özgürlüğü kendi özgücüyle kazanan bir ulus, özgürce varolma yeteneğini de gösterir. Ki bütün mesele de budur zaten. Ezilen halklar ya da sınıflar, toplumu ya da mevcut statükoyu değiştirme ve dönüştürme sürecine (ki bu bir devrim süreci demektir) girmeden, kendilerini de değiştiremiyor ve dönüştüremiyorlar. Kendilerini değiştirip dönüştüremedikleri ölçüde, yeni bir düzeni de zaten kuramıyorlar. Gerçekten emperyalizmden ve sömürgecilikten özgürlüğünü söke söke almış bir Kürdistan, herhangi bir gücün “malikanesi” olabilir mi? Bu ancak, emperyalizm ona göstermelik bir devlet bağımsızlığı sunarsa, onu görünürde bağımsız, gerçekte kukla bir devlet olarak şekillendirirse, böyle olur.

Devrimden kopanlar gerici-statükocu bir mantık
 içerisinde sorunlara bakıyorlar

Demek ki, devrimden kopanlar, gerici statüko içerisinde düşünüyorlar, değerlendirme ve tanımlamalarını da buna göre yapıyorlar. Siz bu soruna neden her iki halkın birleşik devrimci mücadelesi içerisinde özgürleşmiş bir ulus gerçeği üzerinden bakmıyorsunuz da, bugün kolu kanadı kırılmış bir halk üzerinden bakıyorsunuz. Bu “kukla” ya da “malikhane” iddiası, muhtemeldir ki Güney Kürtleri  üzerinden ileri sürülüyor. Peki Irak’daki Kürt halkı gerçekten özgür mü? Güney Kürdistan’da Barzani’nin, Talabani’nin, feodal savaş ağalarının esiri ya da feodal bağımlılık ilişkileri içindeki oyuncağı durumundaki bir halk, tabi ki özgür olamaz, tabi ki ABD’nin kuklası haline gelir. Böyle bir Kürdistan, tabi ki Barzanilerin ve Talabanilerin “malikhanesi” olur.

Ama özgürlüğüne devrimle kavuştuğundan beri Küba halkını kimse köleleştirebiliyor mu? Devrimden önce şeker kamışı üreten, kumar ve fuhuş yuvası olan, ABD’li milyarderlerin tatilerini geçirdikleri bir “malikane”ydi Küba. Onlar adına bu “malikhane”yi diktatör Batista bir kahya olarak yönetiyordu. Böyle bir adanın Amerika’nın burnunun dibinde bağımsız olarak 40 yıl yaşayabileceği tasavvur edilebilir miydi? Ama özgürlüğünü koparıp alan bir halk, o özgürlüğü sürdürme kapasitesini de gösterebiliyor. Bütün mesele de bu zaten. Devrim dönekleri bunu bilmiyor değiller gerçekte, yalnızca artık bilmezlikten ve görmezlikten geliyorlar.

Devrimden kopan bir zihniyet buradan düşünmüyor artık. Amerikan barışı içerisinden düşündüğü için, bize bağımsızlığı hazır bir tepside de verseniz biz onu kullanmayız, çünkü bir gün bile bağımsız varolma yeteneğimiz yok bizim, diyor. Bağımsız ve özgür bir Kürdistan’ı komşu ülkelerden hiçbiri kabul etmezmiş! Bölgede Kürt halkını özgürleştirecek bir devrimci tarihi süreç yaşandığında, komşu ülkeler buna dayanabilirler mi? Bu bölgede Kürt halkının özgürlüğünü de gerçekleştirecek bir toplumsal devrim olursa, bu devrim Türkiye’nin misak-ı milli sınırları içerisinde sıkışıp kalabilir mi? Hele de Kürtler bu coğrafyanın dışına dört koldan taşıyorken.

Devrimler böyle mi oluyor? Devrim, bütün bölge uykudayken, durduk yerde bir halkın başkaldırmasıyla mı oluyor? Rusya’da böyle mi oldu? Rusya’da devrim patlak verdiğinde, batısında da, doğusunda da kaynaşmalar vardı. Doğu’da Çin, Hindistan uyanıyordu, batıda Avrupa işçi sınıfı ayaktaydı, ki bu yüz sene önceydi, daha 1900’ün başıydı. Şimdi yüzyılın sonu, dünya o kadar küçülmüş ki, artık uluslar gündelik olarak birbirlerini izliyorlar ve birbirlerinden etkileniyorlar. Balkanlar bombalandığında, Yunanistan halkı gece-gündüz sokaktaydı, son yılların en büyük politizasyonu içindeydi.

Dolayısıyla, bu meselelere, çözüm olanaklarına, ortaya çıkacak durumlara, bugünkü statüko içerisinden değil, devrimin yaratacağı köklü dönüşümler içerisinden bakılır. Ama böyle bakabilmek için de devrimci olmak gerekir.

Kalkıp bir halkın bir gün bile ayrı yaşayamayacağını, ancak onun bunun “kuklası” ya da “malikanesi” olarak yaşayabileceğini iddia etmek, Türk şövenizminin dilinden konuşmaktır. Türk şövenisleri de; Kürtler tarihte hiçbir zaman devlet kuramamıştır, hiçbir zaman da kuramaz demiyorlar mı? İkinci Dünya Savaşı karmaşasında bir Mahabat Kürt Cumhuriyeti kurmuş, o da birkaç ay yaşamıştır; bu ulusun bir devlet kurma yeteneği kesin olarak yoktur, demiyorlar mı? Siz Türk burjuvazisinin 70 yıllık tezini tekrarlamak zorunda mısınız?

Kürt yurtseverlerinin bu söylenenlere isyan etmesi gerekir, ama bugün ciddi ciddi olup bitene “Başkanın kapsamlı çözümlemeleri” denilebiliyor. Traji-komik olay da budur.

Misak-ı Milli’nin yeni mücahitleri

İşte İmralı savunmasından bir başka pasaj: “Kürtlerin en ağırlıklı bölümü, yüzde yetmişlere varan kısmı Türkiye’de olduğu gibi diğer parçalar veya alanlardaki Kürtler ve birlikte yaşadıkları için Türkmenler de Misak-ı Milli gereği Türkiye’den sayılırlar.” (Savunma, s.124)

Bunlar, “misaki-millici”, “sosyal-şoven” diye, 20 senedir Türkiye solunu suçluyorlardı. Şimdi Türkiye’nin bilinen “misak-ı milli” sınırları da aşılıyor, 1925 antlaşmasında dışında kalan da katılarak, orası “vatan toprağı”dır, deniliyor. Zamanında Kürtler İngilizler’in oyununa geldikleri için Türkler burayı kaybettiler, ama şimdi devlet bizimle anlaşırsa bu toprakları da yeniden kazanma hakkı ve olanağı doğar, demeye getiriliyor.

Söylenenler demin okuduğumdan da ibaret değil, sonunda bunu yine tekrarlıyor: “Misak-ı Milli'nin dışında kalan parçalardaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuriyetinin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevidir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.”

Abdullah Öcalan, 1 Ağustos tarihli mektubunda, PKK Başkanlık Konseyi’ne diyor ki; sizin Güney Kürdistan’daki varlığınızı, Türk devleti, kendisine karşı bir tehlike olarak değil, tersine, kendisi için bir güvence ve imkan olarak algılıyabilmeli, buna uygun davranmalısınız. Yani, nasıl Barzani ve Talabani Amerikan’nın o bölgedeki varlığının güvencesi ise, PKK da oradaki Türk varlığının bir güvencesi, bir dayanağı olmalı, buna uygun hareket etmeli, Türk devletine bu güveni vermeliymiş.

Bilindiği gibi, Amerika, Güney Kürdistan’da kendi kuklası olan ayrı bir Kürt devleti yaratmak istiyor. Öcalan İmralı döneminde bu konuda Türk devletine seslenerek, diyor ki; siz Kürtlerin %70’nin yaşadığı bu büyük parçada, dil ve kültürel tavizler temeli üzerinde bu meseleyi çözerseniz, o zaman orası üzerinde hak iddia etme olanağını da daha güçlü bir biçimde elde edersiniz. Güney’de hızlı gelişmeler var, ABD sizden bağımsız olarak orada bir inisiyatif alanı yaratıyor, orada ayrı bir Kürt devleti hızla şekilleniyor; oysa Türkiye bizimle meseleyi çözerse, Amerikan inisiyatifinde ve denetiminde bir devlet kurulacağına, orayı Türkiye’nin nüfuzu altındaki bir bölge haline getirmek mümkün olur. Abdullah Öcalan’ın dediği bu.

Bu elbette genel planda yine de Amerika’nın çıkarına olur. Ama Amerika’nın doğrudan kendi denetimindeki bir Kürt devletiyle, Türkiye üzerinden o bölgede etkin olması, iki farklı durumdur. Bu noktada Türk politikasıyla Amerikan politikası arasında her zaman belli çelişkiler oldu. ABD’nin oradaki girişimlerini Türk devleti her zaman belli kaygılarla, belli kuşkularla, belli tepkilerle karşılamıştır.

Abdullah Öcalan, işte bu çelişmenin bilinciyle Türk devletine yaranmaya çalışıyor; Türkiye’deki meseleyi bazı hak kırıntılarıyla çözün, böylece orayla ilgili doğrudan hak iddia etmeniz de kolaylaşır, zaten orası “misak-ı milli”nin bir parçası, diyor. Zamanında İngilizler oyunla koparıp aldılar, eğer siz bizi tanıyıp bünyenize alırsanız, Güney Kürdistan’da da meşru bir varlık kazanırsınız, çünkü biz orada varız, orada bir etkimiz ve prestijimiz var, bu olduğu gibi sizin hanenize yazılır, sizin varlığınızın bir parçası olur, PKK’nın güçleri Türk güçlerinin bir parçası haline gelir, vb, vb. İkinci savunmasında bunu net bir biçimde söylüyor; bu güç üzerine bütün emperyalistler ve bölgesel güçler hesap yapıyorlar, niye öyle olsun, Türkiye bu gücü bir an önce alıp kendi gücüne katsın, diyor.


Üste