Logo
< Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 1 - H. Fırat

Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 2 - H. Fırat


Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 2

Kürt açılımının sınırları

(3 Ekim 2009)

H. Fırat

Kürt sorununda yeni olan, devletin bir açılım politikası iddiasıyla ortaya çıkmış bulunmasıdır. Devlet diyorum, çünkü bu ilk kez olarak devletin başı durumundaki cumhurbaşkanının İran ziyareti dönüşünde dile getirildi. Abdullah Gül, Türkiye’nin bu konuda tarihi fırsat zemininde bulunduğunu, zira devletin zirvesinde ilk kez olarak bu konuda bu denli bir mutabakat sağlandığını söyledi. Göründüğü kadarıyla devlet katında, daha somut olarak cumhurbaşkanlığı, hükümet ve ordu arasında, bu konuda sağlanmış bir mutabakat var.

Belli sınırları ve hedefleri olan bu girişimin arkasında gerçekte devletten öteye bir irade var: ABD emperyalizmi ve ona bağlı olarak işbirlikçi büyük burjuvazi. Kürt sorununda belli adımlar atmak, böylece onu olanaklı olabildiğince yatıştırıp denetim altına almak, gelinen yerde Türkiye'nin iç ve dış efendileri için artık kendini dayatan bir ihtiyaç. Açılımın gerisindeki uluslararası güç ABD’dir. Bu olmasaydı eğer, hele de düzen güçlerinin iç bölünmüşlük içinde olduğu bir sırada, Kürt sorunu gibi temel bir siyasal sorun üzerinden bir açılımı gündeme getirmek kolay olmazdı. Bugünün Türkiye’sinde bir rejim krizi, bir iç bölünme, belli safhalar halinde ilerleyen bir iç mücadele var. Buna rağmen ama devlet eğer bir milli mutabakatla gündeme Kürt sorunu üzerinden bir takım adımlar getirmeyi düşünebiliyorsa, bu egemen sınıfın ve dolayısıyla da rejimin dizginlerini tutan büyük emperyalist gücün bir ağırlık koyması sayesinde olanaklı olabilmektedir.

Bu etkenin özel önemini görmeli, ama yine de sorunu tek boyutlu olarak ele almamalıyız. Zaman içerisinde giderek örtüşen çıkarlar gerçeğini de görmeliyiz. ABD, Kürt sorununu bir reformla yatıştırma politikasını Türk devletine yirmi yıldır telkin edip duruyor. Yirmi yıldır sonuç vermeyen bu telkinlerin bugün belli sonuçlar vermesinin bir mantığı var kuşkusuz. Öncelikle irdelenmesi gereken budur.

Emperyalizme bölgesel taşeronluk

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde hızlanan kapitalist gelişmenin ve artan sermaye birikiminin gelip vardığı bir gelişme düzeyi olarak, Türkiye burjuvazisi bugün dikkate değer bir ekonomik ve mali güce ulaşmış bulunuyor. İşbirlikçi büyük burjuvazi artık uluslararası piyasalarda da iş yapabilme kapasitesine sahip. Dışarıya yalnızca mal değil sermaye de ihraç ediyor. Çeşitli ülkelerde yatırımlar yapıyor, özellikle inşaat üzerinden olmak üzere bazı sektörlerde hissedilir bir etkinliği var. Ulaştığı ekonomik ve mali gelişme düzeyi, Türk burjuvazisinin dışarıya daha çok bakmasını, bölgesel güç olmak hedefiyle hareket etmesini olanaklı hale getiriyor.

Türk burjuvazisinin böyle bir gelişme düzeyine ulaştığı aşama kabaca '90’lı yılların başına denk geliyor. 12 Eylül askeri faşist rejiminin düzlediği zeminde uygulanan yoğun sömürü ve talan politikalarıyla hızlanan sermaye birikimi, '90'lı yıllara ulaşıldığında Türk burjuvazisini dikkate değer bir güç haline getirmişti. Ama aynı '90’lı yılların başı, aynı zamanda Doğu Bloku’nun çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına tanıklık etti. Bu çöküş ve dağılma, Balkanlar’dan Kafkasya’ya ve İç Asya’ya uzanan geniş bir alanda, düne kadar Sovyetler Birliği tarafından doldurulan önemli bir boşluk alanı yarattı. Buna kısmen Ortadoğu da dahildi, Sovyetler Birliği'nin dünkü müttefikleri bir boşluğa düştükleri ölçüde. Toplamında bunlar, büyük petrol ve doğal gaz yatakları barındıran, enerji kaynakları ve yollarının yoğunlaştığı bölgelerdi ve dolayısıyla da dünya egemenliği bakımından büyük stratejik önemi sahip idiler. Türkiye ise bütün bu bölgenin tam orta yerinde bulunuyordu.

İşte böyle bir bölgede, işbirlikçi büyük burjuvazi, Amerikan emperyalizminin vazgeçilmez bir dayanağı ve bir bölgesel kolu olarak, ortaya çıkan yeni koşullardan en iyi biçimde yararlanmaya baktı. Ekonomik gelişmenin yarattığı dışa yayılma ihtiyacının ötesinde, bir bölgesel güç olarak sivrilebilmek niyet ve hesabıyla hareket etti. Bunu yaparken de, kitlelere yönelik propagandada yüksek düzeyde iddialar ortaya atsa da, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türklük dünyasına liderlik” balonları şişirse de, aslında fazlasıyla gerçekçiydi. Ortadoğu, Kafkasya ve İç Asya, petrol ve doğalgaz depoları olarak dünyanın en stratejik bölgeleri idiler ve burada ancak büyük güçler söz sahibi olabilir, ancak onlar hakimiyet peşinde koşabilirlerdi. Dolayısıyla emperyalist çekişme ve çatışma da, ancak onlar arasında yaşanabilirdi. Böyle bir bölgede Türk burjuvazisi en fazla taşeron olabilirdi. O da bunu gözeterek davrandı; Amerikan emperyalizmine etkin taşeronluğa soyundu.

İşbirlikçi büyük burjuvazinin buradaki avantajı, Türkiye'nin kendine özgü konumuydu. Bölgede Amerikan emperyalizminin, bir bütün olarak batı emperyalizminin, iki temel önemde dayanağı vardı: İsrail ile Türkiye. İsrail bir olanak olduğu kadar bir handikaptı da. Hatta bir olanak olmaktan çok bir handikaptı. Ortadoğu’ya dışardan şırınga edilmiş bir tür yabancı unsurdu. Oysa Türkiye, önemli tarihi ve kültürel avantajları olan, tümüyle yerli bir unsurdu.

Türk burjuvazisi bütün bunları görerek, yeni dönemde ABD hesabına etkin taşeronluk yapabildiği ölçüde bölgede önemli bir güç haline gelebileceği düşüncesiyle hareket etti. Özal döneminde, ‘90’lı yılların başında demek istiyorum, “ikinci Cumhuriyetçilik” ya da “yeni Osmanlıcılık” adı altında gündeme getirilen eğilimler, bu yönelimin düşünsel yansımalarından başka birşey değildi. Tam da bu dönemde İsrail ile ilişkiler geliştirildi, yeni bir düzeye çıkarıldı. ‘90’ların ortasına doğru bir dizi açık-gizli anlaşmayla bu ilişkiler pekiştirildi. ABD, İsrail ve Türkiye arasında üçlü bir politik-askeri eksen kuruldu. Bu ittifak Akdeniz’de deniz tatbikatları, Konya Ovası’nda hava tatbikatları yapmaya başladı.

Üçlü ittifakın handikapı

Bu, tarihi temelleri olan sağlam bir ittifaktı. Zira İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen bütün bir dönemde Türkiye’nin ABD emperyalizmine her alanda uşakça bağımlılığına dayanıyordu. Özellikle ‘50’li yıllarla birlikte, yani Bayar-Menderes diktatörlüğü döneminde, İsrail’le de kurulmuş çok yönlü ilişkiler, kendi yönünden bunu tamamlıyordu. Arap-İslam dünyasının tepkisi gözetilerek gerçek kapsamı hep gizlenmeye çalışılan bu ilişkiler, ‘90’lı yıllarla birlikte artık daha açık hale getirildi. '90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılınca, ilerici devrimci güçler bölgesel planda büyük bir güç kaybına uğrayınca, bir bütün olarak halkların direnişi gerileyince, dünyanın yeni düzeni içerisinde Amerikan emperyalizmi tek süper güç olarak etkin bir biçimde önplana çıkınca, bu arada Oslo Barışı aldatmacasıyla Filistin sorunu da yumuşatılıp denetim altına alınınca, Türk burjuvazisi için İsrail ile ilişkilerde bütün arsızlığı ele almak zamanı da gelmiş oldu. İlişkiler açık hale getirildi, bir dizi açık-gizli politik-askeri antlaşmayla en ileri noktaya vardırıldı. Böylece Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve İç Asya’da birlikte hareket edilebilir oldu.

Ama bu üçlü ittifakın belli pürüzleri de vardı. Bunlardan biri ve yeni dönemde en önemlisi, Kürt sorunu idi. ABD ve İsrail geçmişten beri Türk burjuvazisinden farklı bir Kürt politikası izleye geldiler. Elbette Türkiye’nin bünyesindeki değil fakat bölgesel plandaki Kürt sorunu üzerinden. Kürt sorununun bölgesel karakterinin getirdiği son derece kendine özgü bir durumdu bu. Kürt sorunu sadece Türkiye’ye özgü bir sorun olsaydı, esasa ilişkin bir anlaşmazlık konusu olmazdı. Türk devleti bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt sorununda inkarcı bir çizginin temsilcisiydi. Türkiye de İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri Amerikan emperyalizmine göbekten bağlı bir ülkeydi. Ama bilindiği gibi, '90’ların başına kadar, Türkiye ile ABD arasında Kürt sorunuyla ilgili herhangi bir anlaşmazlık ya da uyuşmazlık yaşanmadı. Kürt ulusal varlığının inkarına dayalı çizgi, Amerikan emperyalizmi tarafından her zaman tam olarak desteklendi.

Faşist 12 Mart darbesi, '60’lı yılları boydan boya kapsayan o büyük ilerici toplumsal uyanışı hedeflemişti. Bunun içerisinde aynı zamanda Kürt ulusal uyanışı da vardı. Faşist darbe, yalnızca genel toplumsal muhalefeti değil, fakat bunun organik bir öğesi olarak Kürt ulusal hareketini de ezdi. Ve 12 Mart faşist darbesinin arkasında, dolaysız olarak Amerikan emperyalizmi vardı. Türkiye’deki toplumsal-siyasal uyanışa ezmeye yönelen ikinci büyük saldırı, 1980 yılında 12 Eylül askeri faşist darbesiyle geldi. Birincisinden çok daha kapsamlı bu ikincisiyle, Türkiye’nin ilerici devrimci hareketi bir bütün olarak ezildi. Ama daha beteri Kürdistan’da ve Kürt yurtseverlerine karşı yapıldı. 12 Eylül de dört dörtlük bir Amerikan darbesiydi. Arkasında ABD'nin yanısıra NATO vardı.

Yakın dönemin bu tarihsel gerçekleri açıklıkla gösteriyor ki, eğer Kürt sorunu salt Türkiye’yle sınırlı bir sorun olsaydı, ABD ve İsrail'in bu konuda gerici Türk rejimine desteği tam olurdu. Nitekim Türkiye'deki Kürt sorunu sözkonusu olduğu sürece böyle de olageldi. Ama Kürt sorunu aynı zamanda İran’ı, Irak’ı ve Suriye’yi kesen bölgesel boyutlarda bir sorundu. Ve İran, Irak ve Suriye, düne kadar Amerikan-İsrail karşıtı bir cephede idiler. İran ve Suriye halen de öyle.

1982 yılında İsrail’in hazırladığı son derece önemli ve zamanında gizli bir stratejik belge var. Gelinen yerde artık bilimsel incelemelere, kitaplara konu olacak kadar da deşifre olmuş bir belge. Burada düşman sayılan bir dizi ülkenin, Lübnan’ın, Suriye’nin, İran’ın, Irak’ın etnik, dini ve mezhepsel temellerde nasıl ve kaça bölünebileceği üzerine stratejik planlar var. Belge'de örneğin Irak'ın Şii bölgesi, Sünni bölgesi ve Kürt bölgesi olarak üçe bölünebileceği öngörülüyor. Tam da emperyalist müdahalenin ardından halen gerçekleşmiş bulunduğu gibi. Bölgesel boyutlarıyla Kürt sorunu İsrail için işte böylesine stratejik olanaklar ifade eden bir sorun.

ABD cephesine gelince. Doğal olarak İsrail'in tüm bu hesaplarına tam destek veriliyordu. Nitekim Irak'ta tam da İsrail'in yirmi yıl önceden arzuladığı ve hedeflediği sonuç bizzat ABD eliyle yaratılmış oldu. Ama sistemin hegemon gücü olarak onun bundan çok daha öteye, çok daha kapsamlı kendi hedefleri vardı. Ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde bölgesel boyutlarıyla Kürt sorunu onun için bulunmaz bir olanaktı. Irak savaşının somut olarak gösterdiği gibi.

Bu bizi ABD ve İsrail’in Kürt sorunu üzerinden Türk devletiyle farklılaşan politikalarına getiriyor. ABD ve İsrail bu soruna Ortadoğu’nun toplamı ve dolayısıyla düşman saydıkları devletlerin zayıflatılması hedefi üzerinden bakıyorlardı. Oysa Türk devleti bu aynı devletlerle, İran, Irak ve Suriye rejimleri ile Kürt sorunu üzerinden hep bir ittifak içinde oldu. Kürtlere bölgede bir devlet kurdurmamak, bu dört devletin ortak kırmızı çizgisiydi.

Emperyalist ve siyonist ikiliyle Kürt sorunu üzerinden yaşanan handikapın aşılması, dolayısla bölgesel düzeyde uyumlu bir işbirliği, Türk burjuvazisinin bu türden kırmızı çizgilerini terketmesiyle olanaklı olabilirdi. Nitekim olayların seyir de bu yönde oldu. Biraz sancılı oldu, biraz zaman aldı ve sonuçta yaşanan bu oldu.

Tayyip Erdoğan’ın 2007 5 Kasım’ındaki ABD ziyareti burada bir dönüm noktasıdır. Sağlanan yeni mutabakatla Güney Kürdistan’la ilgili eski kırmızı çizgiler bir yana bırakıldı. ABD’nin Irak müdahalesi bu çizgileri zaten yıkmıştı, fiili durum oluşmuştu. Güney Kürdistan, resmen tanınmasa da, geniş hareket kabiliyeti olan fiili bir devlet olarak kurulmuş bulunuyordu. Türk burjuvazisinin yaptığı bu gerçekliği resmen de kabul etmek oldu.

Elbette karşılığında aldığı tavizler az şey değil. 5 Kasım mutabakatından beri Güney Kürdistan topraklarına dilediğince girebilir oldu. Daha önceleri böyle girişimleri sert direnişe karşılayacaklarını döne döne açıklayan Güneyli Kürt liderler de çaresizce olup bitene boyun eğdiler. Böylece sırtını emperyalist ABD’ye dayayarak devlet olmanın sınırlarını da tüm dünyaya göstermiş oldular. Tüm bu gelişmelerden asıl kazançlı çıkanlar, doğal olarak ABD ve İsrail oldular. Zira bu gelişme Türkiye, İsrail ve Güney Kürdistan’ı üçlü bir saçayağı olarak birleştirmiş oldu. Güney Kürdistan ile Türkiye artık aynı safta, amerikancı çizgide mütttefik durumundalar.

Ama Güney’de bir federal devleti kabul etmek zorunda kalması, Türk devletini kendi bünyesindeki sorun konusunda daha büyük bir açmaza düşürdü. "Kürt açılımı" işte bu açmazı aşmak ihtiyacının bir ürünü olarak gündeme geldi.

Düzenin efendileri ne istiyorsa o!

Türk burjuvazisinin buradaki perspektifleri bugünün ötesindedir. Sorun Güney’de bir federal devlet ve Türkiye’de reforme edilmiş bir Kürt sorunu sınırları içinde kalamaz. Bu istikrarsız ve dolayısıyla geçici bir durum olabilir ancak. İlkin Irak’ta işlerin nereye varacağı henüz tümüyle belirsizdir. ABD Irak’tan çekiliyor, çekilmek zorunda artık. Altı senelik bir işgal sonrasında bunu artık Iraklı işbirlikçiler de ondan istiyor. Kaldı ki buna daha fazla güç de yetiremiyor artık. Çatışmanın esas alanı Afganistan-Pakistan hattına kaymış durumda. Orada ise büyük bir zorlanma sözkonusu, Taliban’a yenilmek büyüyen bir ihtimal. Gücünü oraya aktarmak, dikkatini oraya vermek istiyor. Ama çekildiği andan itibaren, Irak’ta kazandığı mevzilerin de korunabilmesi gerekir. Irak üzerindeki egemenliğinin bir bütün olarak korunabilmesi, bir Arap-Kürt çatışmasının da dizginlenebilmesine bağlı. Güney Kürtleri sahipsiz kalırlarsa Araplar tarafından ezilebilirler. Ezilmeseler bile yeniden fiili bir savaş durumu oluşabilir. Bunun için de bir koruyucuya, bölgesel bir hamiye ihtiyaçları var. ABD bu konuda planlarını Türkiye üzerine yapmış görünüyor. Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki ilişkileri geliştirmek ihtiyacı buradan doğuyordu. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a hamiliği bir bakıma fiilen gerçekleşmiş bulunuyor.

Türk burjuvazisi bunu epeydir istiyor, fakat devleti yönetenler buna direniyordu. Türk burjuvazisinin bunu istemesi, dolaysız ekonomik çıkarları ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Büyük tekeller halen Güney Kürdistan'da son derece karlı işler yapıyorlar. Büyük burjuvazi soruna ekonomik çıkarları ve bunu olanaklı kılan ekonomik gücü üzerinden baktığı için, Güney Kürdistan’ı rahatlıkla yutabileceğine inanıyor. Ekonomik ve ticari ilişkilerin mevcut tablosu bunda çok haksız olmadığını da gösteriyor. Büyük petrol rantından pay kapmak umudu da cabası. Bunca ekonomik çıkar, artı siyasal hamilik, bu sayede Irak'ın bir bölümü üzerinde söz sahibi olmak olanağı, hele de bunlar ABD tarafından sunuluyorsa, niye reddedilsin ki?

Bu böyleyse eğer, devletin buna bir dönemki bu direnişi neyin nesi diye sorulabilir. Toplumsal yaşamda siyaset ve ekonomi bire bir çakışmaz. Burjuvazi bir şey istedi diye, devlet ya da politik planda etkin olanlar, onu hemen yerine getirmeyebilirler. Politikayla, politik güçlerle, devleti yönetenlerle, adına devletin yönetildiği sınıfların karşı karşıya geldikleri durumlar tarihte az rastlanır şeyler değildir. Bazen politikacılar temsil ettikleri sınıfların belirli tercih ve eğilimlerine rağmen iş yaparlar. Egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir adımı devlet dümenini tutanlar geciktirebilirler, hatta karşısına engel olarak bile çıkabilirler. Yakın zaman Türkiye’si bunun bir örneği olarak duruyordu önümüzde. Türk devletinin Kürt sorunu konusundaki katı, esneme kaldırmaz, kireçlenmiş bir direnci bunun bir ifadesiydi. Sorunun inkarıyla mayalanmış bir devlet ne de olsa. Türk milli kimliği üzerinden, Kürtlerin ve öteki etnik toplulukların yok sayılması üzerinden çimentosu karılmış bir devlet. Bu devlette inkarcı direnişin kırılması kolay değildi. Burjuvazi bu konuda kendi devletinden daha esnek davranmayı başardı. Ne de olsa o kendi çıkarları konusunda daha pratik, dolaysız sömürüye, yağmaya, talana bakmak onun esas önceliği. Burjuvazi Güney Kürdistan üzerinden dolaysız ekonomik çıkarlarını gördü, görmekten öte fiilen elde etti ve bu da onu hızla yumuşamaya götürdü. Ama ülkeyi yönetenler, Kürt sorununun önü bir açılırsa arkası tutulamaz korkusuyla bu direnişlerini sürdürdüler bir dönem.

Ama sonuçta sürdürülebilir bir direniş değildi bu. Son tahlilde sosyo-ekonomik etkenin hükmü her zaman egemen hale gelir. Burjuvazinin çıkarları gerektiriyorsa, burjuva politik güçler buna direnseler bile, bu aşılabilir zaman içerisinde. İşte somut olarak izliyoruz, sonuçta aşılıyor. Ordu ile AKP hükümeti Kürt açılımı çizgisinde birleşiyor. Bu da bir ihtiyaca yanıt veriyor. Demek ki dışardan ABD ve içerden işbirlikçi büyük burjuvazi isteyince bunlar olabiliyor. ABD ve Türk burjuvazisi çakışmış çıkarları üzerinden bir şey istiyorlarsa eğer, devletin şu veya bu odağının buna direnişi umutsuz bir girişim olarak kalmaya mahkumdur. Buna uzun süreli olarak direnmek olanağı yoktur. Sonunda düzenin iç ve dış efendileri ne istiyorsa o olur, ama biraz erken ama biraz geç. Kürt sorununda da öyle oldu. ABD’nin çıkar ve tercihleri ile Türk burjuvazisinin çıkar ve tercihleri çakışınca, Kürt açılımı bir devlet mutabakatı olarak çıkageldi.

Açılımının başı sonu

Öncelikli soru, gündemdeki açılımın içeriğinin ne olduğudur. Bu sorunun yanıtını halen kimse bilmiyor. Bu kaba belirsizlik artık düzen medyasında bile esprilere, alaylara konu oluyor. Ortada bir açılım lafı var, ama neyin ne kadar açılacağı üzerine bir açıklık yok. Açılımın lafı var fakat paketi yok. Yine de bizim için bu çok esasa ilişkin bir sorun değil, zira hiç değilse neyin verilmeyeceğini bilebilecek durumdayız. Zira neyi verecekleri konusunda ketum olanlar neyi vermeyecekleri konusunda fazlasıyla açık konuşuyorlar.

Tayyip Erdoğan yakın zamanda ABD’ye gitti, başkan Obama’yla da görüştü, G-20’ler toplantısına katıldı. Dönüşte, anayasa değişikliği yok, af yok, Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi yok dedi. Bu açıklama, neyi veremeyecekleri konusunda bir fikir veriyor. Oysa bunlar, bu yok yok dedikleri, gerçekte en kolay verilebilir şeyler.

Bu açılımın en temel amaçlarından biri, en öncelikli hedeflerinden ilki, PKK’yi silahsızlandırmak, böylece silahlı Kürt direnişini sona erdirmektir. İyi ama Kürt hareketi silahlı direnişini, uğruna mücadele ettiği istemler üzerine yapılacak bir pazarlık ve böylece elde edilecek kazanımlarla bitirmeye bakıyor. Doğrudan muhatap alınmayı ve bir pazarlık masasına taraf olarak oturmayı istiyor. Ama birileri daha onları affedip edemeyeceklerini tartışıyorlar. Bu Türk devletinin yapmak istediklerinin ne denli güdük bir içeriğe sahip olduğunun bir göstergesidir.

Oysa aftan da önemli olan, Kürtçe’nin eğitim dili haline gelmesidir ve bu da gerçekte karşılanması çok da zor olmayan bir istemdir. Bunu yapmadan Kürt sorununu çözmek bir yana bir nebze olsun hafifletmeyi bile başaramasınız. Bunu bile kabul etmiyorsanız eğer, o zaman çözüm üzerine bunca lafın anlamı ne? Yine de Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi konusundaki zorlanmayı anlamak güç değildir. Zira dil sorunu bir bütündür. Eğitim bir kamu hizmetidir. Bir dile bir yerinden kamu yaşamında alan açarsanız, bu kaçınılmaz olarak tüm öteki alanlara doğru da genişletmek durumunda kalırsınız. Eğitimde alan açıp da örneğin yargıda ya da kamu yaşamının bir öteki alanında bundan geri duramazsınız. Bir dilin kamu yaşamına girmesi, o dilin giderek resmi dil düzeyine yükselmesini birlikte getirir. Böylece tek ve zoraki resmi dil tekeli aşılmış olur.

Sonuçta, Anayasa değişikliği yok, af yok, Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi yok diyorlar. Bunların kesinlikle olamayacağını vurguluyorlar, bizzat başbakan üzerinden. Bu, neyin ne kadar olabileceği konusunda zaten yeterli bir fikir veriyor. Paketin bir yanı bu, yeterince belli, verilmeyenlerden verilecekleri çıkartmakta bir güçlük yok.

Ama öte yandan Tayyip Erdoğan’ın açıklayıcı değerde bir başka sözü daha var. Paket nerde diyenlere, paket yok süreç var diyor. Bu hazmede ede, hazmettirele ettirile ilerleyecek bir süreç diye de ekliyor. Evet, bu söylemde bir şeyler gizli. Bunlar yarın Kürtçe’yi eğitim dili olarak kabul etmek durumuna gelebilirler, ucunda PKK’yi silahlı biçimiyle tasfiye edebilmek imkanı da varsa. Ama bunu bugün söyleseler Türkiye’de kıyamet kopar. Onun için bunu bugün söylemeyi tercih etmezler. O, paket yok süreç var, hazmede ede, hazmettire ettire ilerleyeceğiz sözünün gizli şifresinin açık karşılığı bu.

Tabii ki daha ileri bazı şeyler de verebilirler. Örneğin isteyen Kürdistan’da Kürtçe eğitim alabilir diyebilirler. Ama bütçeden Kürtçe eğitime kaynak aktarılmıyorsa, bunun için öğretmenler devlet bütçesinden eğitilmiyorlarsa, Kürt dili, edebiyatı ve kültürü için çok özel çalışmalar yoksa, isteyen Kürtçe eğitim alabilir deseniz ne olur ki? Dil hakkını kendini yönetme hakkıyla birlikte vermediğiz zaman, o güdük ve pratikte önemli ölçüde kullanılamaz bir hak olarak kalır. Siz bir dili geliştirecek ve kamu yaşamında ona genişçe yer açacaksınız ki, ona talep, ona kullanmaya eğilim olabilsin. Bütün bir cumhuriyet dönemi boyunca baskı altına alınmış, yasaklanmış, kamu yaşamının tümüyle dışında tutulmuş, yazılı kullanımına izin verilmemiş bir dilden, Kürtçe’den sözediyoruz. Böyle bir dilin geliştirilmesi bilimsel, kültürel ve kamusal alanda işlevsel biçimde kullanılabilir hale gelmesi, bunun için kamu kaynaklarının cömertçe seferber edilmesi ile olabilir ancak. Bunu da hiç değilse özerkliğe sahip bölgesel bir Kürt yönetimi yapabilir. Kürtlere de bu hakkı, kendi kendini yönetme hakkını tanımadığınız bir durumda, sözümona dil serbestliği fiilen fazlaca bir anlam taşımaz, büyük ölçüde kağıt üzerinde bir hak olarak kalır. İnsanlar ona eğilim duymazlar, zira bilimsel, kültürel ve mesleki açıdan fazlaca bir işlevi olmaz. Türkçe’nin bugünkü gelişme düzeyine ulaşılabilmesi bile devletin çok özel çabalarıyla olmuştur ve bu da onyılları bulmuştur. Osmanlıca’nın etkisi ancak onyıllara yayılan sistemli çabalarla kırılabilmiştir. Türk Dil Kurumu zamanında bunun için kurulmuştur. Devletlerin müdahalesi olmadan, kamu kaynakları kullanılmadan hiçbir dil gelişip serpilemez. Bilim, kültür ve eğitim dili haline gelemez. Devletin o dili geliştirmeye yönelik özel bir çabası olmadıkça ve bütün bir toplumsal ve kamusal yaşam o dil üzerinden şekillendirilmedikçe bu başarılamaz.

Neyi ne kadar verebileceklerini yapılan açıklamalardan çıkarabiliriz, demiştim. Cumhurbaşkanı’nın iki gün önceki (1 Ekim 2009) konuşması bunun bir başka örneği. Sözkonusu olan devletin başı tarafından yeni yasama yılı vesilesiyle mecliste yapılan bir konuşma olduğu için, gerçekte fazlası ile önemli ve açıklayıcıdır. Söylediklerinin özü özeti şudur: Ulusal birliğimiz, devlet bütünlüğümüz tartışma dışıdır. Ama bu birliği ve bütünlüğü pekiştirmek için, farklılıklarımızı da tanımak, onları bir zenginlik saymak ve kucaklamak durumundayız. Bunları tek kalıpta eritmek gerekmez, bunda başarı da sağlanamaz. Ama farklılıkları tanıma işini, ulus içinde ulusal adacıklar yaratmaya da vardırmamak gerekir vb.

Cumhurbaşkanı’nın konuşması, devlet katındaki bakışın sınırlarını bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Başı ve sonu belli söylenenlerin. Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek resmi dil çizgisi olduğu gibi korunacak, ama etnik ve kültürel farklılıklar bir zenginlik kabul edilerek kucaklanacak. Kürtler bir kültürel zenginlik olarak kabul edilecek, bu sınırlarda kucaklanacak ama işte orada durulacak, daha ötesine geçilmeyecek. Burada elbette Kürt sorununun çözümü yok. Devletin başı olarak verilebilecek tavizlerin sınırlarını böyle çizen de bunun farkında. Nitekim aynı konuşmasında, çağdaş devletler sorunları çözemeyebilirler, fakat onları denetim altına almasını ve yönetmesini bilmelidirler diyor.

İşte size devletin Kürt açılımının hedefleri ve sınırları. Bizzat devletin başının söyledikleri üzerinden...

(Devam edecek...)


Üste