Logo
< Bütünsel bir tasfiyeci platform

Birliğin ya da “Türkiyelileşme”nin iki yolu


 

Birliğin ya da “Türkiyelileşme”nin iki yolu

H. Fırat

Kürt hareketinin kritik açmazı

Türkiye’nin toplumsal-siyasal bütünlüğü içerisinde kendini gösteren bir sorunun, Kürt sorununun, kendi başına parçada, Kürdistan’da ortaya çıkarılacak mücadele gücüyle çözülemeyeceği daha en baştan belli idi. Komünistlerin her dönemki değerlendirmelerinde, özellikle de hareketin tempolu bir gelişmeyle sürdüğü ve sürecin henüz sorunsuz ilerleyecek gibi göründüğü bir safhaya ait temel değerlendirmelerinde bu nesnel bilimsel gerçek bütün açıklığı ile ortaya konulmuştur. ‘90’lı yıllar başında ulusal hareketin ulaştığı büyük başarı düzeyi bu gerçeği, bu açmazı da diyebiliriz, bütün açıklığıyla ayrıca pratik olarak da göstermeye başladı. Ulusal hareketin Kürdistan coğrafyasındaki en başarılı bir gelişmesi bile, sorunun sadece çözüm gündemine getirilmesini sağlayabilirdi, sorunun çözümü ise ancak Türkiye’nin toplam sosyal-sınıfsal ilişkileri ve çatışmaları içerisinde olanaklı olabilirdi.

Kaldı ki, yine komünist hareketin değerlendirmelerinde her zaman üzerinde özenle durulduğu gibi, yeni dönem Kürt ulusal hareketi, sorunu en dar anlamıyla bir kimlik ve bunun ifadesi ulusal istemler çerçevesinde ele aldığı ölçüde, daha en baştan Kürdistan’da ortaya çıkarılabilecek sosyal-sınıfsal enerjiden de yoksun kalmak gibi temel önemde bir yapısal zaafiyet içerisindeydi. Devrim ve devrimcilik iddiası taşıdığı, üstelik başlangıçtaki tüm gücünü ve dinamizmini Kürt alt sınıflarının katılımından ve desteğinden aldığı halde, bu aynı sınıfların sosyal-sınıfsal taleplerine ilgisiz kalmak ve dolayısıyla bu temeldeki enerjilerini açığa çıkaramamak, sorunun çözümü için parçadaki toplam sosyal enerjinin bile harekete geçirilememesi anlamına geliyordu. Bu yapısal zaaf bugünkü çıkmazı ve giderek batağı hazırlayan en temel stratejik zaafiyet oldu. Ve bu, PKK’nin resmi programına ve stratejisine rağmen, bu strateji fiiliyatta bir yana bırakılarak, böyle oldu.

Burada çok kritik bir nokta var. Ulusal Sorun ve Devrim kitabından ekte sunduğumuz parçada (ve bu kitabın birçok başka bölümünde) açıklıkla ve ayrıntılı olarak ortaya konulduğu gibi, Kürt hareketi başlangıçtaki devrimci platformuna ve stratejisine uygun olarak hareket edebilseydi, yalnızca zaten büyük bir ulusal duyarlılık kazanmaya başlayan Kürt alt sınıflarının sosyal enerjisini açığa çıkarmakla kalmayacak, bu temeldeki bir gelişme çizgisi hareketi, parçadaki gelişmeyi kaçınılmaz olarak Türkiye’nin genelindeki sosyal çatışmayla organik olarak da bütünleştirecekti. Bu yol tutulsaydı ve bu başarılsaydı, Kürdistan’daki devrimci gelişme Türkiye’deki devrimci sınıf mücadelesinin de önünü açar, onu zora sokmak yerine kolaylaştırır, Kürt ve Türk emekçilerinin devrimci mücadele birliği gelişir ve güçlenirdi. Böyle bir gelişme çizgisi, şovenizmin de panzehiriydi. Kürt hareketi, salt ulusal istemlere dayalı bir gelişme çizgisinin, kaçınılmaz olarak, ulusal soruna dar milliyetçi bir çerçevede bakmak demek olduğunu; bunun ise, ezen ulus emekçilerini şovenizmin tuzağına düşürülmesini görülmemiş ölçülerde kolaylaştıracağını, bir türlü anlamak istemedi. Ya da, salt ulusal istemlere ve kimliğe dayalı bir gelişme çizgisinin avantajlarından, yani bu çizginin milliyetçi duygular temelindeki kısa dönemli geniş imkanlarından yarar umarak, stratejik önemdeki bu temel sorunu bilerek anlamazlıktan geldi.

İmralı’daki Öcalan, savunmasında döne döne, PKK’nin ‘70’li yıllarda ortaya konulan ve ulusal sorun çerçevesinde devrimci nitelik taşıyan ilkelerini ve programını “ütopik” olarak değerlendiriyor ve uygulanamaz sayıyor. Öcalan bu değerlendirmeyi bir nedamet tutumu içerisinde ortaya koysa bile, burada bir gerçeklik payı vardır. Fakat tümüyle farklı bir anlamda. PKK’nin Kürdistan coğrafyasını temel alarak ve kendini onunla sınırlayarak ‘70’li yıllarda ortaya koyduğu program ve ilkeler, bu coğrafi darlıkta ele alınır, yani parçadaki sorunla sınırlı bir mücadelede ısrar edilirse, havada kalmak anlamında gerçekten de “ütopik” olarak kalırdı. Fakat öte yandan, bunları hayata uygulamak doğrultusundaki her gerçek devrimci çaba ise, PKK’nin kendini mahkum ettiği bu darlığı parçalayarak, Kürdistan’daki mücadeleyi ve devrimi dolaysız olarak Türkiye’deki mücadeleye ve devrime bağlayarak, programını ve ilkelerini “ütopik” olmaktan çıkarır, onları gerçek bir uygulama ve çözüm zeminine kavuştururdu. Bu son yıllarda ve bu arada İmralı’daki savunmada çokça sözü edilen “Türkiyelileşme” sorununun devrimci çözümü olurdu. Buradaki mantığı ve gelişme diyalektiğini, Ulusal Sorun ve Devrim’den ekte yayınladığımız metin bütün açıklığıyla ortaya koyduğu için yeni bir tekrardan kaçınıyoruz.

Öcalan’ın, İmralı savunmasının toplam kapsamı ve mantığı içerisinde, Kürdistan’da ancak sorunun varlığını ve önemini ortaya çıkaran bir “isyan”ın yaşanabileceğini, fakat parçadaki bir isyanın bundan öteye bir çözüm gücü ve yeteneği ortaya koyamayacağını döne döne tekrarlaması, Türkiye’nin toplam sosyal-siyasal ilişkileri içerisinde kendini gösteren bir sorunun ancak bu genel zeminde çözülebileceğinin bir itirafından başka bir şey değildir. Fakat İmralı’daki Öcalan bu gerçeği devrimci bir tarzda ve devrimci bir amaç çerçevesinde değil, tümüyle reformist bir temelde ve seçtiği teslimiyetçi yol çerçevesinde ortaya koymaktadır.

Öcalan, Türk burjuvazisine ve devletine hitaben; biz bu sorunun varlığını ortaya koyduk ve “cumhuriyete” bu sorunu “gör ve çöz”, eğer bu sorunu çözemezsen o sana en büyük ayak bağı olmaya devam eder derken, sorunu biz ortaya koyduk, ama çözümü birlikte bulabiliriz ve bulmalıyız diye çırpınırken ortaya koyduğu tutum, kendini parçayla sınırlamanın bir çözümsüzlük olduğunun itirafıdır. Fakat bundan da önemlisi, bu, “Türkiyelileşme” sorununun gerici bir tarzda ortaya konulması ve sözde çözüme bağlanmasıdır. Öcalan, dikkate değer bir tutumla, bunu hep ‘70’lerin “ütopik” programına ve hedeflerine değinerek ve onu mahkum ederek yapıyor. Kuşkusuz bu boşuna değildir. Öcalan, Türk burjuvazisiyle ve devletiyle bütünleşme temeli üzerinde bir “Türkiyelileşme” yolunu seçerken, hareketi devrimci temeller üzerinde “Türkiyelileşme”ye götürecek program ve ilkelerin net bir tutumla red ve mahkum edilmesi gerektiğinin bilincindedir ve bunu yapmaktadır.

Böylece Kürt sorunu, bu stratejik tutum ve saf değişikliği temeli üzerinde, Türkiye devrimi için bir temel devrimci dinamik ve stratejik imkan olmaktan çıkarılıyor, Türk burjuvazisine ayak bağı olan bir sorunun çözülmesi ve bu çerçevede mevcut düzenin düze çıkarılması sorunu olarak konuluyor. Ve Öcalan’ın, bu “ayak bağı olmak”tan çıkarılma sorununu hep de, böylece Türkiye bölge liderliği konumunu ve gücünü yakalar, kendisini çevreleyen bölgelerde yayılmasının önü açılır argümanlarına bağlaması, yine dikkate değer bir tutumdur. Soruna düzenle bütünleşme temeli üzerinde bir çözüm arayanlar, bunu yalnızca devrimi ve devrimci perspektifleri net bir tutumla mahkum etmekle yapmıyorlar, yanısıra bunun, yani “Türkiyelileşme” sorununun bu gerici çözümünün Türk burjuvazisine hangi iç ve uluslararası imkanları yaratacağını da mantıksal bir tutarlılıkla ortaya koyuyorlar.

Buna, salt örneklemiş olmak için, savunmanın herhangi bir ara bölümünden örnekler verelim. Önümüzde “Cumhuriyet Tarihinde Kürtlerin Rolü, Kürt Sorunu ve Çözümü” arabaşlıklı kısa bölüm var. “Kürt sorunu Cumhuriyetle birlikte ele alınıp çözüme kavuşturulmak istendiğinde, PKK olayının en olgun çözüm aracı olduğu da görülecektir” diyen Öcalan, PKK’nin “cumhuriyet”e (kuşkusuz bunu “kurulu düzen”e biçiminde okumalıyız) “tarihi hizmeti” konusunda ise şunları söylüyor: “PKK, tüm ütopik ve aşırı siyasi perspektiflerine rağmen, yine de hiç olmazsa, sorunun mevcudiyetini ve yaklaşım gereğini en çarpıcı ortaya koymak ve çözümü zorlamakla, tarihi bir rol oynadığı tartışmasızdır.” Ve daha ilerde; tüm amatörlüğüne, ütopikliğine ve eylem yöntemlerindeki yanlışlarına rağmen, PKK yine de, “tarihi ve toplumsal olarak cumhuriyet için ‘sana sürekli ayak bağı olan sorunu gör ve çöz’ demekle gerçek bir hizmet yapmıştır.” deniliyor.

Öcalan çok bilinçli bir tutumla, devrimci program ve ilkelerin mahkum edilmesiyle cumhuriyet adı altında kodladığı kurulu düzene hizmet sorununu birarada vurguluyor. “Türkiyelileşme”nin devrimci temellerini red ve mahkum ederken, ulusal hareketin bugüne kadarki olumlu rolünün de bundan böyle düzenin hizmetine nasıl sunulabileceğini aynı cümleler içerisinde ortaya koyuyor. Bu “Türkiyelileşme”nin gerici yolu ve çerçevesi oluyor. Ve en önemlisi, Öcalan’ın bu kısa anlatımının, yine bilinçli bir tutumla ve mantıksal bir tutarlılıkla, bu temeldeki bir “Türkiyelileşme”nin bölgede Türk burjuvazisinin önünü nasıl açacağına bağlanmasıdır: “PKK ile tarih hemen açığa çıkarılıyor, hem düzeltiliyor, hem de çözüme kavuşturuluyor. ... Bu bölücülük değil, belki Türkiye ve Türkler ile en büyük birlik olma, güçlü olma, yeniden Ortadoğu’dan, Kafkasya’ya, Balkanlar’a önder olma hareketidir.”

16. yüzyıl referansıyla da sürekli bir biçimde desteklenen bu bölge yayılmacılığı sorununa daha sonra yeniden döneceğiz. Buradaki değinme; PKK’nin devrimci programının reddinin, kurulu düzen tabanı üzerinde “Türkiyelileşme”nin ve böyle bir Türkiye’nin bölgesel bir güç odağı haline geleceğinin, deyim uygunsa hep bir paket proje olarak bir arada konulmasını örneklemek içindi. Kürt sorunu dünden bugüne tüm devrimciler tarafından Türkiye devrimi için temel bir dinamik olarak görülür, sorunun bölgesel karakterinden de dolayı, devrimin bölgeye yayılmasının bir olanağı olarak değerlendirilirdi. Oysa İmralı’daki Öcalan bu sorunu Türkiye’nin kapitalist düzeni için bir handikap olmaktan çıkarıp onun bölge liderliğine soyunmasının, kendisini çevreleyen bölgede yayılmasının bir imkanı olarak değerlendiriyor. Türk burjuvazisine ve onun siyasal temsilcilerine buradan güven vermeye, onları bu perspektifler üzerinden iştahlandırmaya ve ikna etmeye çalışıyor.

Dünün devrimcileri için bu utanç verici bir akibet olmuştur.

Öcalan “Türkiyelileşme” sorununun çözümünü
Türk burjuvazisi ile bütünleşmede bulmuştur

Mücadelenin seyri, tam da bu başarısı ölçüsünde, parçaya ve salt ulusal istemlere dayalı bir ulusal hareketin kritik açmazını da açığa çıkardı. Komünistlerin daha ‘91 yılı başında (EKİM 1. Genel Konferansı) konuya ilişkin temel programatik belgelerinde ortaya koydukları ve ‘92 yılı başında “yol ayrımı” olarak tespit ettikleri bir kritik açmazdı bu. Sorun, bu kritik açmaz, gerçekten de ancak “Türkiyelileşme” yoluyla çözülebilirdi. Fakat tam da burada birbirine taban tabana zıt iki temel yol, hiçbir biçimde uzlaştırılamayacak olan iki temel tercih sözkonusu olabilirdi. Bunlardan biri Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle devrimci temeller üzerinde birleşmeye ve her açıdan birleşik bir devrim mücadelesine; öteki ise uzlaşma arayışları içerisinde emperyalist sistemle ve kurulu düzenle bütünleşmeye götürürdü. Komünistler hareketin gelişmesinin henüz fazlaca sorunlu görünmediği bir evrede, sorunu bu uzlaşmaz ikilem içerisinde ortaya koydular ve bugün hayat bunun ne kadar gerçekçi bir tutum olduğunu bütün açıklığıyla göstermiş bulunmaktadır.

PKK yıllarca “Türkiye halkıyla devrime de varız” dedi, ama bunu salt bir söz kalıbı olarak bıraktı. Bunu olanaklı kılacak, bunun önünü açacak en ufak bir ideolojik-politik açılım yapmadı, buna uygun düşen bir pratik çizgi izlemedi. Türkiye halkıyla devrime yürümekte samimi olanların öncelikle, Öcalan’ın bugün “ütopik” olarak nitelediği ve zaten kağıt üzerinden kaldığını, fiiliyatta hiçbir anlam taşımadığını açık açık söylediği, anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-feodal programının ve ilkelerinin gereklerini yerine getirmeleri gerekirdi. Bu, daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye devrimi ile içiçe geçmenin ve giderek onunla bütünleşmenin en kestirme yolu da olacaktı. Oysa PKK bu programı ve ilkeleri gerçekten kağıt üzerinde bıraktı. Sorunu salt ulusal-siyasal istemler düzeyinde bıraktı, temel toplumsal sorunlara dayalı bir sınıfsal çizgiden özenle uzak durdu. Böyle olunca da, Türkiye halkıyla devrime de yürümek sözü bir iyiniyet sözü olmaktan ileriye gidemezdi ve Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinde gerçek bir karşılık bulamazdı. Dolayısıyla bu yoldan bir “Türkiyelileşme”nin önü hep tıkalı ve kapalı kalırdı, nitekim öyle kaldı.

Kürdistan’daki ulusal mücadelenin Türkiye’de gericilik cephesinde şovenizmi, sol cephede ise reformizmi güçlendirmesi bu açıdan rastlantı değildir. Salt ulusal istemlere dayalı bir konum ezilen ulus milliyetçiliği ürettiği ölçüde, bunun tersinden şovenizmin işini kolaylaştırdığını daha önce belirtmiştik. Bu konum aynı zamanda Türkiye solunda reformist akımların işini kolaylaştırıyordu. Zira salt ulusal istemlere dayalı bir çizgiden devrim değil yalnızca mevcut toplumun kendi tabanı üzerinde demokratikleşmesi çıkar ve buna dayalı bir çerçeve ise her zaman reformizmin besleneceği bir zemin oluşturur. Kaldı ki PKK Türkiye’nin metropollerinde genelikle reformistlerle birlikte davranmayı ve HADEP’i de bunu uygun bir araç olarak değerlendirmeyi özel bir politika haline getirerek, reformist akımları bu yönden ayrıca güçlendirmiştir.

Bizim temel belgelerimizde devrime dayalı bir çizgide “Türkiyelileşme”nin iyiniyetli bir sözkalıbı olmaktan çıkarılabilmesi için, buna uygun ideolojik, politik ve taktik açılımlar yapılması, çalışmanın ve mücadelenin bu çerçevede yeni bir temele oturtulması özenle vurgulanır. PKK bunu hiçbir zaman yapmadı. Oysa bugün Türk burjuvazisi ile bütünleşme yolunu tutanlar, bunu “kapsamlı” teorik ve tarihi “çözümlemeler” olarak ortaya koyuyorlar. Attıkları bu temel adımı, seçtikleri bu devrimi terketme yolunu, temel önemde yeni açılımlarla birleştiriyorlar. Herşey buna göre yeniden yorumlanıyor, yeni bir çerçevede, yeni bir temel üzerinde ortaya konuluyor. Tarihe, topluma, Türkiye’nin siyasal sistemine, Türk ve Kürt ilişkilerine, Kürt sorununa, sosyalizme, demokratik sistem olarak emperyalist dünya sistemine vb. vb., tüm bu temel önemde sorunlara tümüyle yeni yaklaşımlar getiriliyor. Dahası bu, Türk burjuvazisi için yeni bir gelecek perspektifi ile, Türkiye’nin kokuşmuş kapitalist düzeni için barış ve istikrar içerisinde gelişme anlamına gelecek bir “21. yüzyıl manifestosu” ile birleştiriliyor. PKK’nin ve Kürtlerin gücünü ve desteğini de arkasına almış bir kapitalist Türkiye’yi Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve iç Asya’da durdurmanın mümkün olamayacağı üzerine güzellemeler yapılıyor.

Tüm bunlarla İmralı’daki Öcalan reformcu-teslimiyetçi bir açılım yapıyor. Emperyalist sistem içinde ve kurulu düzen tabanı üzerinde Türk burjuvazisi ile birleşip bütünleşme ve birlikte yayılmacı amaçlarla bölgeye açılmaya dayalı bir açılımdır bu. Oysa pekala devrimci bir açılım da yapabilirdi. Sistemi ve kurulu düzeni aşmayı genel bir devrimci perspektif olarak ortaya koyan ve bu temel üzerinde Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin davasıyla bütünleşmeyi hedefleyen bir açılım olurdu bu. Ama Öcalan ve onun şahsında temsil edilen bir PKK artık bu konumu artık tümden yitirmiştir. Öcalan devrimi, devrimciliği, devrimci yol ve yöntemleri, devrimci örgütlenme ve çalışma tarzını, tüm bunları ideolojik olarak red ve mahkum etmektedir. Açık ve net bir biçimde devrimler dönemi bitmiştir demektedir: “Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir. 20. yüzyılın sonu bunu böyle emretmektedir.”

Sorunu böyle koyanların ve saflarını bu çerçevede belirleyenlerin tercihi kendi içinde tutarlıdır. Tüm sorunlara yeni bakışları da bu tutarlılığa uygundur, bunun bir uzantısı olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin, onlar artık devletin “kendisine yakışan büyüklüğü”nden sözedebilmekte; devlete bugünkü yabancılaşma döneminin son bulması, “benim devletim anlayışı”nın gelişmesi ve egemen olması gerektiğini savunmakta; işi devleti toplumun “yüceltilmesi gereken ifadesi olarak” görmeye ve ona “saygı ve bağlılıkla” hareket etmek gerektiğine vardırabilmektedirler. Böyleleri tutukları yeni yol ve seçtikleri yeni saf çerçevesinde tutarlıdırlar. Tutarsızlık, hala devrimci olmak iddiası taşıyan, fakat her nasılsa bu iddiayı hala da İmralı’da ortaya konulan sözde “21. yüzyıl manifestosu” ile bağdaştırabilenlerdedir. Böyleleri ya düşünme yeteneğinden ya da samimiyetten yoksundurlar. Kendi devrimcilik iddialarını samimiyetle İmralı’daki teslimiyetçi-reformist platformla bağdaştırmaya kalkışanlar, kaçınılmaz olarak devrimcilikten kopacak, aynı batağa sürükleneceklerdir.

Geçmişteki ayrılığı doğru sunamayanlar
bugünkü birliği de doğru ortaya koyamıyorlar

İmralı savunması “PKK tarihinde ayrılık ve birlik sorununda iki önemli aşamayı ayırdetmek büyük önem taşır” demekte ve sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Çıkış sürecinde, bir yandan yılların dil yasağına kadar varan baskı ve inkar, diğer yandan o dönem soluna hakim olan, sorunlara sloganvari, ütopik yaklaşım, yine, Kürt milliyetçiliğindeki kuşku ve korkuya dayanan ayrılıkçılıkla birlikte, dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin tek çözüm yolunun, ayrı devlet kurma biçiminde anlaşılması, PKK’nin programında ve propagandasında ayrılma yönüne ağırlık vermeye yol açıyordu, enternasyonal birliğe vurgu yapılıyordu. Fakat, hakim yan mevcut zoraki birlikten kopmuştu. Bunu, sıkça, zoraki bir evliliğin sürdürülemeyeceğine benzetiyorduk. Bu, bir anlamda doğru bir yaklaşımdı. Ama, nereye kadar ve nasılına ayrı cevaplar gerekiyordu. Bu dönem ağırlıklı olarak doksanlara kadar geldi. Kitlesel destekle beraber aslında bu dönemi, bu yıllardan itibaren aşmak gereği de ortaya çıkıyordu. Yani özgür birliğin koşulları oluşuyordu.”

Bu herşeye değinen ve herşeyi birbirine karıştıran pasaj üzerine bizim burada şimdilik söyleyeceğimiz şudur. Zamanında idealize edilmiş bir küçük-burjuva bağımsızlık anlayışıyla Türkiye devriminden ayrılanlar, şimdi dönüp Türkiye’nin düzeniyle birleşiyorlar. Zamanında Türkiye işi sınıfı ve emekçilerinden kopanlar, şimdi Türk burjuvazisi ile bütünleşmeyi çözüm yolu olarak seçiyorlar. Daha sonra üzerinde ayrıca duracağımız gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkının marksist yorumu hiç de kendi başına ayrılık üretmez. Gerçek bunun tam tersidir. Marksistler ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tam da ezen ve ezilen ulusun emekçileri arasındaki güvensizliği kırmak ve onların devrimci temeller üzerinde birleşmesini ve bütünleşmesini sağlamak için kararlılıkla ve tutarlılıkla savunurlar. Bu ilkeden hareketle ezilen ulus adına ayrı örgütlenme, ayrı mücadele ve ayrı bir devlet kurma yolunu tutanlar, ezilen ulusun belli sınıf ya da katmanlarının temsilcileri olabilirler ancak. Bu elbette ki ezilen ulusun şu veya bu kesimi adına meşru bir haktır, fakat ulusların kendi kaderini tayin hakkının biricik yorumunun bu olduğu iddiası tümüyle bir tahrifattır. Marksistler her zaman bu hakkı tanımak ile bu hakkın şu veya bu biçimde ve yönde kullanımı arasında temel önemde titiz bir ayrım yapmışlardır.

Bu soruna zamansız olarak yukardaki pasajdan dolayı değiniyoruz. Öcalan bu pasajda ve savunmasının birçok başka yerinde bu ilkeyi “ayrılık” yolunu tutmanın neredeyse tek düşünsel sebebi saymaktadır. Bunun gerçekle, bu ilkenin gerçek devrimci marksist yorumu ve kapsamıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Bu ilkeyi ayrılık vesilesi yapmak, ayrı örgütlenme ve mücadelenin dayanağı olarak kullanmak, bu ilkeden giderek ayrı ve bağımsız bir devlet idealizasyonuna girişmek, başta PKK olmak üzere Kürt küçük-burjuva akımlarının bunu kendi sınıfsal-ideolojik konumlarına uygun olarak yorumlamasının ürünüdür. Zamanında bu tür bir yorumla ve tercihle Türkiye devriminden ve Türkiye’nin emekçilerinden yolunu ayıranlar, şimdi Türkiye’nin düzeni ve buruvazisi ile birleşmenin yolunu tutarlarken işin günahını da Marksizme, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesine ve “dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin” ayrı devleti “tek çözüm yolu” olarak seçmesine bağlamaktadırlar. Oysa Ekim Devrimi’nin ulusal sorunun çözümüne ilişkin muazzam devrimci mirası ve pratiği orta yerde iken, Türkiye’nin devrimcileri ‘70’li yıllarda bunu önemle hatırlatıyorken, bu proleter sosyalist deneyim yerine ısrarla Asya’nın ve Afrika’nın burjuva ulusal kurtuluş hareketleri deneyimlerini, onların tuttuğu yolu ve çözümü esas alan, Öcalan’nın deyimiyle kendi “ayrılıkçı”lıklarını bununla gerekçelendirenler de bu aynı insanlardı. Öcalan bu açıdan yalnızca devrimci teoriyi değil, yakın dönem devrimci tarihini de tahrif ediyor. Herşey kurulu düzenin egemenlerine şirin görünmek ve geçmiş devrimci günahlarından dolayı kendini onlara affettirebilmek içindir.

‘90’lı yılların başında “özgür birliğin koşulları oluşuyordu” diyor Öcalan ve bunu bugün Türkiye’nin kokuşmuş düzeniyle birleşip bütünleşmenin gerekçesi olarak kullanıyor. Pasajda sözü edilen kitlesel destek, Kürt emekçilerinin ve yoksullarının büyük serhildan hareketleriydi. Bu muazzam önemdeki gelişme hareketi emekçi tabanına daha sağlam bir biçimde oturtmak ve devrimi toplumsal yönde derinleştirmek için bir imkan ve vesile olmalıydı. Böyle yapılabilseydi eğer, bu, Türkiye’nin emekçileriyle ve Türkiye devrimiyle bütünleşmenin önünü açar, “Türkiyelileşme” sorununun devrimci zemini ve çözümü de böylece oluşurdu. Oysa Öcalan bu aynı gelişmeyi alıp Özal ve Demirel’in hareketi boğmaya yönelik manevralarıyla aynı düzlemde değerlendiriyor ve bununla “özgür birliğin koşulları oluşuyordu” diyor.

Türk egemen sınıfı ‘90’lı yıllar başında gelişen devrimci süreç karşısında, bu sürecin baskısı altında ve elbetteki onun önünü kesmek ve boğmak amacı çerçevesinde belli manevralara yönelmişti. İmralı’daki Öcalan ise, bugün tam da bu aynı mantığı ve hesabı olumlarcasına, o günlerde “özgür birliğin koşulları oluşuyordu”, dolayısıyla devrimi terkedip düzene yönelmemiz gerekirdi diyebiliyor! Gerçekler ve süreçler ancak bu kabalıkta çarpıtılıp tahrif edilebilir. Bu sözde “özgür birliğin koşulları” ve çerçevesi ise aynı pasajın devamında şöyle resmediliyor:

“Devletin doksan başlarında dil yasağını kaldırması, dil ve kültür alanına getirilen sınırlı özgürlük ve üst düzey yetkililerinin sorunu kabul edip çözüme yönelik çabaları, en son benim Mart 93 ateşkes yaklaşımım, aslında özgür birlikteliğe giderek vurgu yaptığımız dönemi açıkça ortaya koyuyordu. Bu yıllardan itibaren özgür birlik propagandası hakimdir. 96'dan itibaren bize gelen dolaylı mesajlara çözümü "ülkenin bütünlüğü ve devletin bağımsızlığı çerçevesinde demokratik birlik" biçiminde açıkça sözlü ve yazılı değerlendirmelerimizde esas alıyorduk Bunda hem devletin yaklaşımlarının eski katılığı aşması hem de pratikte ayrılıkçı yaklaşımın gerçekçi olmamak, pek yararlı bir yol olmamak kadar acı ve kaybının çok olmasının da payı büyüktür. Hayat neyin doğru ve birleşme zemini olabileceğini bize her geçen gün daha açık gösteriyordu.

“Dolayısıyla başsavcılık iddianamesinde, bu hususun basit bir taktik manevra olarak görülmesini, bu çok önemli dönüşümü görüp değerlendirememesini, büyük bir eksiklik olarak görüyorum. Demokratik Cumhuriyetle demokratik birlik yaklaşımı; stratejik olmak kadar, bizzat mücadelenin bize gösterdiği, dayattığı en doğru çözüm yolu olarak anlaşılmalıdır.”

Öcalan’ın “özgür birliğin” oluşan koşulları olarak sunduğu bu bilanço üzerinde durmayacağız. Zira yakın dönemin bu gelişmelerini bugünün devrimcileri bizatihi yaşadılar ve yaşananların gerçekte ne olduğunu her sıradan devrimci fazlasıyla bilebilecek durumdadır. Biz şimdilik şunu söylemekle yetinelim. Mevcut köleliğe ve eşitsizliğe dayalı zoraki birliğin gerçek eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir birliğe dönüşmesi sorunu, Kürt sorununun gerçek kapsamını olduğu kadar çözümünü de vermektedir. Kapsamlı tarihsel ve toplumsal temelleri olan bu sorunun çözümünü, ‘90’ların başında devrimci gelişmeyi boğmaya yönelik gerici manevralarla ya da ‘90’ların sonunda İmralı’daki kontr-gerilla üssünde kulağa fısıldanan aldatıcı umutlarda aramak, bize İmralı’daki Öcalan’ın geldiği yeri ve düştüğü durumu göstermektedir.

(Devamı...)

 

Ek metin:

 

“Türkiyelileşme”nin iki yolu

(...) Yeni dönem Kürt hareketinin geride bıraktığı 14 yıllık mücadele süreci, salt ulusal istemlere dayalı olarak gelişen bir ulusal hareketin gelişme imkanlarıyla birlikte gelip dayandığı gelişme sınırları konusunda da yeterli açıklıklar sunmaktadır. Komünistler ‘92 Nisan’ındaki “yol ayrımı” tespitiyle ulusal hareketin tıkandığı noktayı tam zamanında değerlendirmişler ve bu noktadan itibaren hareketin tutabileceği iki muhtemel gelişme yolunu da tüm açıklığı ile ortaya koymuşlardı.

Bunlardan ilki, devrim çizgisinde derinleşme yoluydu. Bu, kaderini Türkiye devrimi ile birleştirmek, bunun gereği olarak da stratejik ve taktik çizgide buna uygun yeni devrimci açılımlarla ortaya çıkmak demekti. Kuşku yok ki bu tür bir siyasal açılım Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birleşik mücadelesi için çok geniş devrimci imkanlar ortaya çıkarırdı.

İkincisi ise, ulaşılan mevcut düzeyi sömürgeci burjuvazi ile bir pazarlık etkeni olarak kullanma yoluna giderek, bu çerçevede soruna kurulu düzen zemininde anayasal bir “siyasal çözüm” aramaktı. Bu bir yandan Kürt mülk sahibi sınıflarla daha sıkı bağlar, öte yandan ise, “diplomatik açılımlar” adı altında emperyalist odaklarla hareketi büyük çıkmazlara sürükleyecek ilişkiler demekti.

Kürt hareketinin son 6 yıldır bu ikinci yolu tuttuğunu biliyoruz. Aynı şekilde, bunun harekete bir şey kazandırmadığı gibi onu ciddi sorunlar ve açmazların yanısıra nispi bir gerileme ile yüzyüze bıraktığını da biliyoruz. Yazık ki bugün Kürt hareketinde, yıllardır sürdürülen ve hareketin gücünü ve dinamizmini kemiren, adına “siyasal çözüm” denilen, gerçekte ise çözümsüzlüğü derinleştirmekten öte bir sonuç vermeyen bu politikaya ilişkin herhangi bir sorgulama sözkonusu değil.

PKK son zamanlarda “Türkiyelileşmek”ten daha çok sözediyor. Gerilla hareketinin Karadeniz’e ve Akdeniz’e doğru geliştirilmesine ilişkin görüşleri ile bu çerçevedeki sembolik bazı girişimlerini buna dayanak olarak gösteriyor. Doğal olarak bu iddianın ciddi bir inandırıcılığı yok. Türkiyelileşmek askeri değil, fakat stratejik ve taktik planda siyasal açılımlar gerektirir. Oysa bu yapılmıyor, bundan özenle uzak duruluyor. Herşeyin eksenine “siyasal çözüm” çizgisinin oturtulduğu bir durumda aslında bu çok şaşırtıcı da değildir.

Ulusal hareketin son 14 yıllık gelişimi, saf ulusal istemlere dayalı bir mücadelenin sorunu çözüm gündemine getirebileceğini, fakat onu çözmeye güç yetiremeyeceğini açıklıkla göstermiştir. “Siyasal çözüm” arayışlarının kendisi gerçekte bu noktadaki çözümsüzlüğün bir itirafından başka bir şey değildir. Sorun kendini Türkiye’nin genel toplumsal ilişkileri içinde göstermektedir, çözüm de ancak kendini sınıfsal güç ilişkilerinin bu genel tablosu içinde üretebilir. Elbette amaçlanan sorunun biricik gerçek çözümü olan devrime dayalı bir çözüm olacaksa eğer... (...)

Ulusal Sorun ve Devrim kitabına Önsöz’den...


Üste