Logo
< Kürt ulusal sorunu

Kürt hareketinde son gelişmeler: Ayrışma ve yeniden saflaşma zorunluluğu


Kürt hareketinde son gelişmeler

 

Ayrışma ve yeniden saflaşma zorunluluğu

 

Abdullah Öcalan’ın İmralı duruşmalarında ortaya koyduğu reformist teslimiyet platformunun ayrıntılarına burada girmiyeceğiz. Bu parti basınımızda halihazırda zaten yapılmakta, gelişmeler ayrıntılarıyla ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Bu nedenle biz burada kendimizi, Kürt hareketini Öcalan çizgisi şahsında bu noktaya getiren sürecin mantığını, ortaya çıkan yeni durumun anlamını ve başlamakta olan yeni dönemin niteliğini temel noktalar üzerinden ortaya koymakla sınırlayacağız.

Öcalan’ın yeni platformu Kürt
burjuvazisinin platformudur

Öncelikle ve daha en baştan şunu belirtelim; İmralı duruşmalarında yaşanan gelişmeye salt Abdullah Öcalan’ın kişisel tercihi olarak bakılamaz, bu sorunu fazlasıyla basitleştirmek olur. Abdullah Öcalan herhangi bir kişi değil, kendi şahsında belli bir sınıfın iradesini ve tercihini ortaya koyacak konumda bir parti lideri ve Kürt hareketinde çok önemli yeri olan bir politik şahsiyettir. Onun “demokratik çözüm” platformu üzerinden yansıyan, son tahlilde Kürt burjuvazisinin iradesi ve tercihidir. Abdullah Öcalan’ın bir dizi teorik ve tarihsel açılım üzerinden ortaya koyduğu “demokratik çözüm” platformu, Kürt burjuvazisinin Kürt sorunu konusundaki konumuna, tutumuna ve çıkarlarına uygun düşen bir çözüm platformudur.

Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisi ile güçlü ve kopmaz iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel bağlara sahiptir. Buna rağmen Kürt alt sınıflarına dayalı bir ulusal uyanışın PKK önderliğindeki mücadele ile toplum gündemine oturması, zamanla bu sınıfı Kürt sorununda belli bir hassasiyete ve bu çerçevede politik bir tutuma itti. Bu hassasiyetin ve politik tutumun şekillendiği dönem, aynı zamanda PKK’nın yaşanan tıkanma ve açmazlar karşısında “siyasal çözüm” arayışına girdiği ve bu çerçevede genel olarak Kürt mülk sahibi sınıfları ile de birleşmeye çalıştığı dönemdir. Bu çakışma, Kürt burjuvazisinin kendini PKK önderliğindeki ulusal hareket bünyesinde ifade etmesini de kolaylaştırmış oldu.

Kürt burjuvazisinin Kürt ulusal sorununa ilişkin bu hassasiyeti, Kürt dilinin ve kültürel kimliğinin kabulü ve tanınması sınırlarının ötesinde değildi ve süreç boyunca da hep öyle kaldı. Bu çerçevede Kürt burjuvazisi kurulu düzen temelleri üzerinde ve emperyalist sistem içerisinde bir çözümden yana oldu. Bu onun sınıfsal konumunun en doğal gereği idi. Doğası gereği bu sınıfın mevcut iktisadi-toplumsal düzene olduğu kadar emperyalizme bağımlılığa da en ufak bir itirazı yoktu.

Bugün Abdullah Öcalan, “demokratik çözüm” platformu adı altında, Kürt sorununu tam da dil ve kültürel kimliğin tanınıp tanınmaması sınırları içerisinde ortaya koyuyor. Bu tutumla uyumlu olarak, mevcut iktisadi-toplumsal sisteme, bu sistem üzerinde yükselen sınıf egemenliğine ve bu egemenliğin dayandığı emperyalizme karşı da herhangi bir açık itiraz ortaya koymuyor. Dahası, ortaya koyduğu yeni platforma dayalı bir çözümün, Türkiye’nin bugünkü iktisadi-toplumsal düzenini düze çıkaracağını, Türk burjuvazisini kendini çevreleyen bölgelerde lider haline getireceğini, “Türklerle Kürtlerin birliği”ni sağlamış bir Türkiye’nin öteki parçalardaki Kürtlerin hamiliği rolünü de haklı olarak üstlenebileceğini söylüyor. Bu arada döne döne, 16. yüzyılda Kürt feodallerinin Osmanlı feodal sınıfıyla girdiği türden bir ilişkiyi, kendi “demokratik çözüm”ünün işlevine ve yararlarına bir tarihsel referans olarak gösterebiliyor. Bu, bugünün modern koşullarında, doğası gereği ancak Kürt burjuvazisi ile Türk burjuvazisi arasındaki ilişkilere dönük bir referans anlamı taşıyabilir. Hiç kuşku yok ki, bu çözüm ve bu hedef, bugünkü koşullarda, ancak Kürt burjuvazisi için ideal bir çözüm ve ideal bir hedef olabilir.

Sonuç olarak Abdullah Öcalan, tümüyle bu sınıfın toplumsal konumuna, sınıf çıkarlarına ve eğilimlerine uygun düşen bir politik platform ortaya koymuştur. Komünistler bu platformu bir teslimiyet platformu olarak nitelerken, yaşanan duruma PKK’nın dünkü devrimci konumu ve iddiası üzerinden bir tanım getirmiş oluyorlar. Teslimiyet, dünkü devrimci hedef ve idealler tümden bir yana itilerek, emperyalist sisteme ve Türkiye’nin kapitalist düzenine dayalı bir çözüme geçmekte ifadesini bulmaktadır. “Saf değiştirme” dediğimiz tutum da ifadesini burada bulmaktadır. Yoksa soruna Kürt burjuvazisinin konumu ve çıkarları üzerinden bakıldığında, sözkonusu olan elbette bir teslimiyet değil, fakat kendi çapında “uzlaşma”ya dayalı bir çözüm platformudur.

Burjuvazi adına yapılan tercihin karşısında emekçiler
adına da bir tercih yapmanın tam zamanıdır

Abdullah Öcalan tarihi nitelikte bir dönemeçte kesin bir tercih yapmış, safını yeniden tanımlamıştır. Şimdi tercih sırası, Kürt devrimcileri ve sosyalistleri ile devrimci ulusal kurtuluşta kendi sosyal kurtuluşlarının da bir ilk safhasını gören Kürt emekçilerindedir. Şimdi, Kürt halkının çıkarları birbirine taban tabana zıt sosyal sınıflardan oluştuğunu görmenin, belli bir çözüm tarzının kaçınılmaz olarak belli bir sınıfın damgasını taşıyacağını hatırlamanın ve mevcut “demokratik çözüm” platformunun bu açıdan hangi sınıfın toplumsal konumuna, sınıfsal çıkar ve tercihlerine uygun düştüğünü doğru saptamanın tam zamanıdır.

Gelişme sürecinin yıllar öncesinden ortaya çıkardığı tıkanıklık ve çözümsüzlük, “siyasal çözüm” arayışıyla dışa vurulmuştu. PKK bir yandan devrimci iddiasını korumaya çalışarak, öte yandan ise sistem ve düzenle uzlaşma arayarak, ara bir çözüm yolu bulmaya çalışıyordu. Süreç böyle bir ara çözüm yolunun mevcut olmadığını gösterdi.

Abdullah Öcalan’ın “demokratik çözüm” platformu da bunun bir bakıma açık yürekli bir itirafı oldu. Öcalan, yılların çözümsüzlüğünü, mevcut uluslararası sistem ile Türkiye’nin kurulu düzenini kabul ederek, bu temel üzerinde Türk burjuvazisiyle anlaşmayı ve bütünleşmeyi kolaylaştıracak teorik ve tarihsel açılımlar yaparak aşma yolunu tutmuş bulunuyor.

Kürt hareketinin devrime ve sosyalizme gönül veren ve bu konumunu halen de koruyan kesimleri ise, bunun tam tersi bir açılım yapmak sorumluğu ile yüzyüzedirler. Bu ise, emperyalist sistemi aşmayı ve Türkiye’nin kurulu toplumsal düzenini yıkmayı hedefleyen, bu çerçevede tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle ortak bir devrimci mücadele hattında bütünleşmeyi sağlayacak olan teorik ve tarihsel açılımlar yapmak sorumluluğu demektir. Öcalan önderliğindeki PKK yıllar öncesinde karşı karşıya kaldığı “yol ayrımı”nda bunu yapmadığı içindir ki, süreç içinde buraya, bugünkü geri noktaya gelindi. Bunu yapmayanlar, sonuçta kaçınılmaz olarak bunun tam tersini yapacaklardı ve öyle de yaptılar. Biz bunu olayların bugünkü açıklığı üzerinden değil, yıllar öncesinden, tam da bu “yol ayrımı”nın başında söyledik.

Yükselişten düşüşe hareketin
ana gelişme evreleri

Devrimci temeller üzerinde gelişen bir hareketi bugünkü noktaya getiren ve kendi bünyesinde temel önemde tarihsel tercihlerle yüzyüze bırakan sürecin çok yönlü bir değerlendirmesine burada girmemiz gerekmiyor. Başından itibaren ulusal soruna, bu çerçevede Kürt hareketinin gelişme seyrine ve sorunlarına yakın ilgi gösteren, hareketin ana gelişme evrelerini gelişme sürecine paralel olarak adım adım çözümleyen partimizin konuya ilişkin değerlendirme ve tahlilleri bu bakımdan yeterli bir açıklığı da zaten sunmaktadır. (Bu vesileyle, başta kendi parti kadrolarımız ve sempatizanlarımız olmak üzere, tüm devrimcileri ve devrimci Kürt yurtseverlerini partimizin önemli bir bölümü kitaplaştırılmış bulunan bu birikimini bugünkü gelişmelerin ışığında yeniden incelemeye çağırıyoruz). Varılan son noktanın ışığında elbette ki sürece birçok yönüyle yeniden bakmak gereklidir, fakat bunun yeri burası değildir. Biz burada bazı temel noktaları ve kritik önemde dönemeçleri, partimizin bugüne kadarki değerlendirmelerinden de yararlanarak, hatırlatmakla yetineceğiz.

PKK önderliğindeki ulusal hareketin en temel açmazlarından biri, Kürt sorununu çözecek toplumsal kuvvetleri Kürdistan coğrafyası ölçeğinde ele alması ve sorunu salt ulusal istemlere indirgemesiydi. Bu iki yapısal zaaf birarada, bir yandan ulusal hareketi, sorunu gerçekten çözebilecek temel toplumsal güçlerin desteğinden yoksun bırakırken, öte yandan sorun salt ulusal istemlere indirgendiği ölçüde onu kendi burjuvazisiyle birleşmeye götürüyordu. Hareketi Türkiye işçi ve emekçilerinden uzaklaştıran ve kendi burjuvazisine yakınlaştıran bu çizgi, tıkanıklığa ve çözümsüzlüğe yol açacak, sonuçta kaçınılmaz olarak emperyalizmle ve Türk burjuvazisiyle de uzlaşma arayışlarına varacaktı. Kürt sorunu kendini Türkiye toplumunun bütününde gösteren bir sorundu ve çözümünü de bu bütündeki sınıfsal güçler mevzilenmesi ve çatışması içerisinde bulabilirdi.

Kürt hareketinin gelişim sürecinde henüz hiçbir önemli problemin görünmediği bir aşamada toplanan EKİM 1. Genel Konferansının (Mart ‘91) konuya ilişkin tarihsel ve programatik değerlendirmesinde, bu temel gerçekleri ve bunun Kürt hareketini yakın gelecekte karşı karşıya bırakacağı temel açmazları bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Örneğin bu değerlendirmelerde, Kürt hareketinin o güne kadarki başarılı gelişmesinin vardığı nokta, hareketin kendi sınırları içerisindeki yetersizliğinin açığa çıkmasının da başlangıç noktası olarak tanımlanmaktadır. Kürt sorununun çözümünü Türkiye devriminin genel sorunlarına bağlayan güçlü objektif zemini çözümleyen sözkonusu değerlendirme, bizzat Kürt hareketinin o günkü gelişme düzeyinin de bu bağı ortaya koyan açık veriler sunduğuna işaret etmektedir:

“Kürt devrimci ulusal hareketinin bugün için kendi mecrasında gelişiyor olması, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın devrimci dinamiklerini ve süreçlerini birbirine bağlayan temel etkenleri geçersiz kılmadığı gibi, tersine, aradaki bağı açığa çıkaran önemli bazı sonuçlar sergilemektedir.”

Bu verileri sıralayan değerlendirme, daha ileride şöyle devam etmektedir:

“Kendi mecrasında gelişen devrimci ulusal hareket, kendi özgücüyle bugün sorunu çözüm gündemine sokmuş bulunuyor. Ama çözüm gündemine girmek ile çözüme kavuşmak arasında her zaman önemli bir mesafe vardır. Onlarca yıldır kendisini çözüm gündemine sokmuş bulunan, fakat hala çözülemediği gibi, bugün trajik bir biçimde emperyalist politikaların etki alanı haline gelen Güney Kürdistan’daki hareketin deneyimi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Türkiye Kürdistanı’nda sorunun kendi öz devrimci birikimi ile çözüm gündemine girmiş olması, onun kendi sınırları içinde bir çözümünün son derece güç olduğunu, asıl çözümün sömürgeci Türk burjuvazisini bir sınıf olarak tasfiyeden geçtiğini gitgide daha açık gösterecektir.” (Kürt Ulusal Sorunu/1, Eksen Yayıncılık, s.62, 64-65)

Aynı değerlendirmede, yukardaki bakışın bir uzantısı olarak, Kürt hareketinin geleceğinin Türkiye’nin batısında devrimci bir işçi ve emekçi hareketinin gelişip gelişmemesine sıkı sıkıya bağlı bulunduğu; “Eğer işçi hareketi güçlenemezse, politik bir mecraya giremezse, devrimci ulusal harekete dolaylı ve dolaysız yeterli desteği sunamazsa, böyle bir durumda, devrimci ulusal hareketin ihtiyaç duyduğu kuvvetleri kendi mülk sahibi sınıflarla uzlaşarak yaratmak eğilimi” göstereceği, bunun ise onu olumsuz bir akibetle yüzyüze bırakacağı dile getiriliyor. (s.71)

EKİM 1. Genel Konferansının bu değerlendirmelerinden bir yıl sonra komünistler “Kürt Hareketi Yol Ayrımında” başlıklı bir değerlendirme kaleme aldılar (Nisan ‘92). Erken tarihli bu değerlendirmede sonraki gelişmeler tarafından doğrulanan bir dizi kritik gözlemin yanısıra, hareketin ulaştığı kritik yol ayrımı da tüm açıklığıyla tespit ediliyor. Hareketin “kendi olanaklarıyla ulaşmış bulunduğu mevcut düzeyi aşmakta bugün artık zorlanır hale geldiği”ni; bu zorlanma karşısında “gitgide daha çok sözü edilmeye başlanan ‘siyasal çözüm’” arayışının, “Kürt sorunun kendi sınırları içinde çözümünün son derece güç olduğunun (da) bir itirafı” olduğunu; bu arayışın “Kürdistan’daki devrimci birikim için çok önemli ve tehlikeli bir riski” ifade ettiğini belirten bu değerlendirme, bunun bir çizgi haline gelmesinin “Kürt sorunu ile Türkiye devriminin kaderini birbirinden koparmak anlamına geleceği”ni vurguluyor ve gelip dayanılan yol ayrımını bütün açıklığıyla tespit ediyor:

“Bugüne kadar devrimci bir temel üzerinde gelişen Kürt ulusal hareketinin, bugün artık önemli bir dönüm noktasına geldiğinin ciddi belirtileri vardır. Bu, hareketin ulaştığı bugünkü gelişme aşamasında, objektif bir durum olarak çıkmaktadır ortaya. Bu yol ayrımında, ya kaderini Türkiye devriminin kaderiyle daha sıkı perçinleyerek köklü ve kalıcı bir çözüm için devrimci bir mecrada derinleşmek, ya da ‘siyasal çözüm’ adı altında düzen içi kısmi bir çözümle reformcu bir mecraya girmek alternatifleri vardır.” (aynı kitap, s.137-138)

Bu değerlendirmeden bir yıl sonra, ‘93 Mart’ında ise, bilindiği gibi ilk ateşkes gündeme geldi ve buna PKK-PSK Protokolü eşlik etti. Bu gelişmeyi değerlendiren komünistler, yukarıya aktardığımız “yol ayrımı”na işaret ederek, bunun ışığında yeni gelişmeyi şöyle değerlendirdiler: “(Gelişmeler) Kürt ulusal devrimci hareketinin ikinci yola doğru dümen kırdığını, ‘siyasal çözüm’ arayışı adı altında köklü bir devrimci çözümden kısmi ve iğreti bir anayasal çözüme doğru yön değiştirdiğini göstermektedir. ... Olayların tüm mantığı gözetildiğinde ve son gelişmeler içinde yer alan, etkin rol oynayan taraflara ve gelişmelerin perde arkasına bakıldığında, ortada basit bir taktik manevra değil, fakat stratejik önemde bir yön değişimi olduğu açıkça görülmektedir.” (s.170)

Öcalan’ın “demokratik çözüm” platformu çerçevesinde verdiği bilgiler ve yaptığı değerlendirmeler, ‘93 Ateşkesi’nin anlamını çözümleyen bu tespitleri olduğu gibi doğrulamaktadır. Öcalan bugün, ‘93 Mart’ında sözkonusu olanın taktik bir manevra değil yeni bir stratejik yönelim olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

Bu değerlendirmeden önemli bir gözlem daha aktarmak istiyoruz. Bu gözlem, Kürt hareketi “siyasal çözüm” adı altında reformcu bir anayasal çözüme yöneldiği halde, bu sürecin bugüne kadar neden süründüğüne açıklık getirmektedir:

“Bununla birlikte, olayların artık tümüyle yeni bir mecrada basit bir seyir, düz bir çizgi izleyeceği sanılmamalıdır. Kürt sorunu karmaşık bir yapıya sahiptir; içte ve uluslararası planda birbirini çelen, birbiriyle çatışan sayısız çıkara ve etkene bağlıdır.

“70 yıllık inkarcı politikanın yükünü omuzlarında taşıyan ve Kürt hareketine karşı geleneksel olarak ezme ve sindirme politikası izleyen Türk burjuvazisinin, kurulu toplumsal ve siyasal düzenin temellerine dokunmayan iğreti bir anayasal çözüme bile öyle kolay yanaşabileceği de sanılmamalıdır.” (s.177)

Aynı vesileyle PKK-PSK Protokolü üzerine yapılan değerlendirmede; PKK önderliğindeki ulusal hareketin, bu adımla birlikte, kendi burjuvazisi ile uzlaşmayı bir çizgi haline getirdiği, böyle bir durumda ise, “sorunun çözümünde devrimci alandan anayasal alana kayma(nın) kaçınılmaz” olduğu vurgulanmakta, “zira kendi burjuvazisi ile uzlaşma, bu uzlaşma üzerinden emperyalistlerle ve sömürgecilerle uzlaşmayı getirecektir” denilmektedir (s.181) ve daha ilerde şöyle devam edilmektedir: PKK-PSK Protokolü “Kürt sorununun bir devrim sorunu olarak ele alınmasından artık vazgeçildiğinin ilanıdır. Çözüm, kurulu düzen tabanı üzerinde siyasal ve anayasal düzenlemeler düzeyine indirgenmiştir.” (s.182)

Aynı günlerde yapılan bir başka değerlendirmede, yine bugünkü gelişmeler ışığında açıkça doğrulanan ve özel bir anlam kazanan şu pasajlara yer verilmektedir:

“PKK’nin bugünkü gücü ve gelişmeler içindeki tartışmasız yeri, kendi başına bir güvence oluşturmaz. Güvence, devrimci perspektif ve politikadır. Kürt mülk sahibi sınıfları ve emperyalizmle bunlar üzerinden kurulan ilişkiler, bu perspektif ve politikalarda stratejik bir yön değişiminin ifadesidir. Türk burjuvazisi ile uzlaşma bu çerçevede sadece bir sonuçtur. Dolayısıyla bu uzlaşmanın bugün gerçekleşip gerçekleşmemesi, son gelişmelerin anlamını hiçbir biçimde değiştirmez.

“Son gelişmelerle birlikte yoğunluk kazanan siyasal çözüm mü, askeri çözüm mü tartışması, çarpıtılmış bir ikilemin ifadesidir. Gerçek ikilem, devrimci çözüm mü, reformcu (anayasal) çözüm mü? şeklindedir. Bunların ikisi de ‘siyasal çözüm’lerdir. Fakat ilki Kürt emekçi sınıflarının çıkarlarının bir ifadesi olarak sistem dışı bir çözümü, ikincisi Kürt burjuvazisinin çıkarlarına denk düşen sistem içi bir çözümü karakterize eder. Birinci çözüm ezilen ulus emekçilerinin ezen ulus işçi ve emekçileriyle kader birliğini, ikinci çözüm (ise) ezilen ulus emekçi çocuklarının kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmasını getirir. Emperyalizm ve sömürgeci burjuvazi ile uzlaşma bu sonuncusunu kendiliğinden izler.” (s.188-189)

Partimizin konuya ilişkin geçmiş değerlendirmelerini, ‘93 Mart’ndaki gelişmeler üzerine ‘93 Nisan’ında kaleme alınmış bu pasajlarla noktalıyoruz. Sonraki döneme ait (özellikle de ‘95 Mart’ında toplanan EKİM 3. Genel Konferansında yapılan) temel önemdeki değerlendirmelere girmiyoruz. Zira sonraki süreç, kritik yol ayrımında yapılan bu değerledirmeleri doğrular şekilde seyretmiş ve gelip İmralı duruşmalarında ortaya konulan teslimiyet platformuna varmıştır. Geçmeden belirtelim ki, ‘97 yazında verilen ve Ulusal Sorun ve Devrim başlığı altında kitaplaştırılan (H. Fırat, Eksen Yayıncılık) ulusal sorun konulu konferansta, o güne kadarki sürecin marksist açıdan kapsamlı bir değerlendirmesi yapılmakta ve bu sürecin bilançosu çıkarılmaktadır. Son gelişmeler ışığında bugün bu kitap apayrı bir önem ve anlam kazanmıştır. Zira bu kitapta yalnızca “yol ayrımı”nda girilen reformist yolun kapsamlı bir eleştirisi ile yetinilmemekte, öteki yolun, devrimci çözüm yolunun anlamı, gerekleri ve imkanları da ayrıntılı olarak çözümlenip ortaya konulmaktadır.

Ayrışma ve yeniden saflaşma
nesnel bir zorunluluktur

Her gerçek devrimci ulusal özgürlük mücadelesinin şaşmaz biçimde baş hedefi olması gereken emperyalizmi bir çözüm etkeni olarak gören çizgi, Kenya komplosu ile birlikte trajik bir hüsranla noktalandı. Bu olay yanlış çizgiden dönmek için gerçek bir dönüm noktası işlevi görebilirdi. Bu ise ancak son 6-7 yıldır izlenen “siyasal çözüm” çizgisinin kapsamlı bir sorgulamaya tabi tutmak, ve Kürt burjuvazisinden kopmayı göze almakla olanaklıydı. Komünistler Kenya komplosunun hemen ertesi günü kaleme alınan değerlendirmelerinde Kürt hareketinin “bu bedeli ağır dersten gerekli sonuçları bir an önce çıkarmaya” çağırarak şunları söylemişlerdi:

“Kürt hareketi bugün yeniden bir yol ayrımındadır. Ya yaşanan sürecin artık çıplak gözle görülebilir hale gelen derslerini gözeterek ve bir çıkmaz yol olan reformcu çözüm arayışlarını terkederek yeniden devrime yönelecek; bunun gerektirdiği stratejik-politik açılımları yaparak çözümü Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesinde arayacaktır. Ya da daha geri bir mevziye çekilerek yine ‘siyasal çözüm’ peşinde koşacak, daha açıkçası, emperyalist komplolarla hedeflenen amaçlardan biri olan teslimiyet çizgisine doğru yeni adımlar atacaktır.

“Yol ayrımındaki bu taban tabana zıt bu iki ayrı yol, aynı zamanda, yıllardır ‘siyasal çözüm” çizgisinde uzlaşan ve birlikte hareket eden Kürt emekçi sınıfları ile Kürt mülk sahibi sınıflar arasındaki muhtemel bir kopuşmanın eksenlerine de işaret etmektedir. Yeniden devrime yönelmeye niyetlenenler bu konuda gerçekçi olmalı, böyle bir ayrışmayı da göze almalıdırlar. Bu uzun vadede hareketi zayıflatmayacak, tersine, ona sağlıklı ve soluklu bir gelişme zemini kazandıracaktır. Emperyalizme ilişkin dayanaksız hayallerden ve bunları sürekli üreten bir toplumsal doku olan kendi burjuvazisinden kopmayı göze alanlar, bunun gerektirdiği stratejik politikalara yönelenler, böylece gerçek toplumsal müttefikleriyle buluşma zemini ve olanağına da kavuşmuş olacaklardır.”

PKK böyle bir devrimci yönelimi göstermekten çok uzaklaştığını, komployu izleyen dönemdeki çizgisi ile göstermiş oldu. Fakat bunu yapmayanlar yukarda tanımlanan tam aksi yönde (“teslimiyet çizgisine doğru”!) mesafe almak zorunda kalacaklardı. Abdullah Öcalan İmralı duruşmalarında ortaya koyduğu “demokratik çözüm” platformuyla bu adımı güçlü bir biçimde attı.

Yıllardır sözü edilen “Türkiyelileşmek”, gerçek anlamını, ya Türk burjuvazisiyle kurulu düzen temeli üzerinde bütünleşmeye, ya da Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle ortak devrimci mücadele saflarında birleşip bütünleşmeye götürecek stratejik açılımlar yapmakta bulacaktı. Abdullah Öcalan birinci yoldan giderek “Türkiyelileşme” yolunu seçti. Bu açık ve net bir sınıfsal-siyasal tercihtir. Kürt hareketinin devrimci ve sosyalist olmak iddiasındaki kesimleri de kendi sınıfsal-siyasal tercihlerini aynı açıklık ve netlikte yapmak tarihi devrimci sorumluluğu ile yüzyüzedirler. Burada ara bir çözüm yoktur. Ara çözümde ısrar, Abdullah Öcalan şahsında görüldüğü gibi, sorunun çözümünü Türk burjuvazisi ile bütünleşmede aramaya götürür. Oysa Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşme doğrultusunda köklü bir devrimci açılım, Türkiye ve Kürdistan devriminin önüne yepyeni olanaklar açacaktır.

(Ekim, Sayı: 205, Haziran 1999, Başyazı)


Üste