Logo
< Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../4: Kadın sorunu ve kapitalizm

Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../3: Kadın sorunu ve toplumsal kurumlaşmalar


Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../3

 

Kadın sorunu ve toplumsal kurumlaşmalar

H. Fırat

Kadın sorununun çözümünü kolaylaştıracak bir dizi olmazsa olmaz önkoşul var. Bunlar büyük ölçüde ancak sosyalizm tarafından gerçekleştirilebilir. Zira bu koşulların gerçekleştirilmesi günümüz toplumuna egemen toplumsal sınıf ilişkilerinin köklü bir biçimde değiştirilmesini gerektirmektedir. Kapitalizmin kâra dayalı işleyişi ve anarşik yapısı ile bireyci, çıkarcı ve bencil insan ilişkileri bunların bu düzen altında gerçekleşmesini tümüyle değilse bile büyük ölçüde olanaksız kılmaktadır. Mücadelelerin zoruyla kısmen gerçekleştirilenler ise sınıfsal güç ilişkilerinin değiştiği koşullarda ortadan kaldırılmaktadır. Son 25 yıldır dünya ölçüsünde süren neo-liberal saldırıyla yapıldığı ve halen de yapılmakta olduğu gibi.

Kadının üretime ve sosyal-kültürel yaşama
engelsizce katılabilmesi

Sözkonusu önkoşullardan ilki, kadının üretim sürecine özgürce katılabilmesidir. Kadının özgürleşebilmesi, cinsel kimliği üzerinden yaşadığı her türden bağımlılık ilişkilerinden kurtulabilmesi için öncelikle mutlak biçimde üretime katılabilmesi gerekir. Üretime katılan kadın üretici bir insan olarak kendi ekonomik bağımsızlığını kazanmakla kalmaz, yanısıra siyasal, kültürel, siyasal yaşama katılmak imkanı da elde eder. Üretime katılmak kadınının ev yaşamının o tüketici kapalılığından, tekdüzeliğinden ve bunaltıcığından kurtularak toplumsal yaşama açılabilmesi, kendini bulması ve özgüven kazanması demektir.

Kadınını üretime özgürce katılabilmesi temel önemde bir sorun olmakla birlikte, anlamı ve önemi iyi kötü bilindiği için konuyu burada daha da açmak gerekli değildir. Fakat binlerce yıllık kültürden gelen tüm öteki geleneksel engellerin yanısıra kapitalizmin kronik yol arkadaşı işsizlik belasının bile kadını üretime katılmaktan alıkoymada kendi başına büyük bir rol oynayabildiğini önemle vurgulamak gerekir. Bir tek işsizlik sorunu bile kadın sorunu ile kapitalizm arasındaki organik ilişikiye, bu sorunun kapitalist ilişkiler içinde neden çözülemeyeceğine dikkate değer bir göstergedir.

Ev işleri yükünün toplumsal kurumlaşmalar
yoluyla en aza indirilmesi

İkinci temel önkoşul, ev işlerinin toplumsallaştırılmasıdır. Günümüzün teknolojisi ve birikmiş zenginliği bunu mükemmel düzeyde olanaklı kılmaktadır. Ev işi her ailenin kendi özel işi olarak kaldığı ölçüde ve aile içi ilişkilerin de geleneksel yapısı korunduğu sürece, bu işlerin bütün bir yükü kadının ya da genç kızların üzerine kalıyor ve bu kuşaklar boyu böylece sürüp gidiyor. Bunu besleyen binlerce yıllık bir kültür zaten var. Kapitalizmin kadına yaklaşımı bu kültüre ayrıca güçlü bir yaşama alanı sağlıyor. Bunun kırılabilmesi için ev işlerinin toplumsallaşması, toplumsal hizmet üretimi kapsamın içine alınması gerekir. Bu işlerin kadın-erkek arasında paylaşılması burada kısmen belki bir çözümdür, fakat insanlığın ileriye doğru ilerleyişi ve üretici güçlerin mevcut gelişme düzeyi içinde gerçek çözüm bu değildir. Kadın sorununun çözümü kadınla erkek arasında rol değişimi ya da yükümlülüklerin yeni bir denge içinde paylaşılması yoluyla değil, fakat her iki cinsin daha ileri ilişkiler içinde özgürleşmesi ile gerçekleşir. Ev işlerinin toplumsallaştırılması bunun önkoşullarından biridir.
Ev işinin toplumsal bir iş haline getirilmesini nasıl anlamımız gerekir? Bunun için ev işlerinin durumuna, esası yönünden nelerden oluştuğuna bakmak gerekir. Bu kapsamda çok önemli bir yer tutan çocuk bakımını daha sonraya bırakarak mutfak işlerinden ev yaşamıyla bağlantılı her türden temizlik, bakım ve onarım işlerine kadar bir dizi işin bu kapsama girdiğini biliyoruz. Tüm bu işler tekniğin bugünkü gelişme düzeyinde kolayca toplumsallaştırılarak haledilebilir işlerdir. İleri teknolojinin uygun araçları sayesinde her bir küçük yerleşim biriminde (bu bir ya da bir kaç apartman için olabileceği gibi, biribirine komşu bir grup müstakil ev için de olabilir) ortak mutfaklar, yemekhaneler, çamaşırhaneler, dikim ve onarım atölyeleri oluşturulabilir. Bu her bir aile için ayrı ayrı ev aletleri harcamalarını gereksiz kılmakla kalmaz, her bir aile üzerinden ev işlerine harcanan zaman ve enerjiden de muazzam bir tasarruf sağlar. Ayrıca insanlar arası yakın, sıcak, kardeşçe sosyal ve kültürel ilişkilerin gelişmesini de kolaylaştırır, bunlara güçlü bir temel kazandırır. Bugünün toplumunda ve özellikle de gelişmiş metropollerinde insan ilişkilerinde görülen muazzam yabancılaşma düşünülürse, basit gibi görünün bu son nokta sanıldığından da önemlidir. Bugün aynı apartmanlarda yaşayan insanlar biribirilerini tanımıyor bile ya da bu tanıma rastlaşıldığında mesafeli kısa selamlaşmaların ötesine geçmiyor. Kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde bu yabancılaşmanının şiddeti de artıyor, bugünün batılı toplumları buna göstergedir. Bu nedenle ev işlerinin kollektif projelerle çözülmesi insan ilişkilerine de büyük bir güç ve canlılık kazandıracak, yaşam alanları çok yönlü sosyal ve kültürel ilişkilerin verimli sahnesi haline gelebilecektir.

Ev işlerinin toplumsallaştırılmasına şu an buradaki etkinliğimizden küçük bir örnek verilebilir. Mutfakta bir kaç kişi şu an bize yemek hazırlıyor, ardından bulaşıkları yıkayacak ve öteki temizlik işlerini yapacak, iki kişi de çocuklara bakıyor. Böylece biz yaklaşık yüz kişi iki günlük bir siyasal-kültürel etkinliğe özgürce, gündelik işlerin kaygısına hiçbir biçimde takılmadan katılabiliyoruz. Bu pekala toplum ölçeğinde yaygınlaştırılabilir. Nitekim kapitalizm işine geldiği zaman bu işi kollektif tarzda çözüyor da. Bir fabrikada, bir devlet dairesinde, büyük bir işletmede yemek meselesi ortak mutfaklar ve yemek salonları ile hallediliyor. Yüzlerce, kimi zaman binlerce insan üretim ya da hizmet işlerini yerine getirirken, küçük bir grup insan da da yemek ve bununla bağlantılı öteki hizmetleri gerçekleştiriyor.

Aynı şekilde kapitalizm bugün insanları, özellikle de emekçileri kalabalık gruplar halinde beton ve çelik yığını beş-on katlı yüksek binalara tıkıyor ya da sıkışık düzen evlerden oluşan mahallelere yığıyor. Ama bu gibi yerlerde ev işleri her bir ailenin kendi özel sorunu olarak kalıyor, genellikle de her evin kadınını kendine bağlıyor ve muazzam bir insani enerjiyi emerek heba ediyor. Dahası her ev için aynı türden ev araç ve gereçleri yoluyla büyük ölçekli bir israfa da neden oluyor.  Oysa bu gibi yerlerde ev işleri kapsamındaki herşeyi değilse bile birçok şeyi ortak araçlar ve kullanım yerleri yoluyla çözmek, bunların gerektirdiği hizmeti de sınırlı sayıda görevli yoluyla ya da nöbetleşe gerçekleştirmek mümkündür. Bu hem malzemeden, hem enerjiden, hem de insan gücünden çok büyük bir tasarruf sağlar. Ama kapitalizmde yazık ki bu olmuyor, olmaz, olamaz. Bu kapitalizmin kar yasasına ve israfa dayalı tüketim alışkanlıklarına olduğu kadar bireyci, bencil ve yabancılaşmış insan ilişkilerine de uymaz. İnsanların ev işlerini kendi küçük yuvacıkları içinde çözmesi özgürlük ve mutluluk olarak görülüyor/gösteriliyor, oysa bu yabancılaşma ve yalnızlaşmanın bir başka boyutundan başka bir şey değildir. Dahası toplumsal, fiziki ve moral eziyeti de olduğu gibi değilse bile büyük ölçüde kadınların üstüne kalıyor.

Ev işi denilen sorun özel bir iş olmaktan çıktığı ölçüde, o işin kadının üzerine bir yük olarak kalması da ortadan kalkar. Diyelim ki bir apartmanda ya da birbirine komşu birkaç apartmanda, çamaşırlar pekâlâ ortak bir çamaşırhanede yıkanabilir ve bu iş yalnızca  bir ya da iki insanın gözetimi altında yapılabilir. Ya da ortak mutfaklar ve yemek salonlarıyla gündelik mutfak işlerine büyük kolaylıklar getirilebilir. Kuşkusuz kişilere ya da ailelelere özgü bireysel zevkler belli bir anlam ve önem taşıyabilir, bütün cefasına rağmen belki de insanlar buna güçlü bir eğilim de duyarlar. Fakat ilkin bunların büyük ölçüde çarpıtılmış zevkler olduğunu belirtmek gerekir. “Kendine ait yaşam”a özgü bu zevkler çoğu durumda kapitalizmin tüketim kültürünün yansımasıdır ve insana gerçek bir mutluluk vermekten çok onu yabancılaşmaya ve yalnızlaşmaya iter, çevresinden, komşusundan, aynı sokakta ya da mahallede yaşadığı insanlarından koparır, uzaklaştırır, uzak tutar.

Öte yandan, ki bu konumuz bakımından asıl önemli olanıdır, ev işleri özel işler olarak kaldığı sürece, bunun yükü özellikle de bu konuda geleneklerine ve bin yıllık alışkanlıklarına fazlasıyla bağlı bu toplumda, olduğu gibi kadınların ve genç kızların üzerine kalıyor. Kadın çalışıyor olsa bile iş hayatının yanısıra ev işleri yükünü de üstlenmek durumunda kalıyor, bu türden işler temel bir yük olarak onun omuzlarına biniyor. Ve bu durumda çalışıyor olsa bile kendisini zihinsel, kültürel, fiziksel ve sosyal açıdan geliştirecek imkanları kaybetmiş oluyor.

Çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsal
bir sorumluluk olarak ele alınması

Kadının özgürleşmesinin üçüncü bir temel önkoşulu, çocuk bakımının kişisel/ailesel bir iş olmaktan çıkarılması, toplumsal bir sorumlluk olarak kabul edilmesi, kollektif yöntem ve kurumlaşmalarla çözülmesidir. Ev işlerinin yanısıra kadın için tüketici olan bir başka temel sorun tam da çocuk bakımının ağır ve uzun süreli yüküdür. Kadın sadece mutfağın kölesi değil, aynı zamanda çocuk bakımının da esiridir. Bu onu çoğu durumda üretimi katılmaktan alıkoyar. Sosyal, külterel ve politik yaşama katılmasını ise tümden olanaksız kılmasa bile büyük ölçüde sınırlar.

Kadınlardan ve erkeklerden oluşan bir topluluğun, bir hafta sonu etkinliği olarak örneğin bu semineri dinleyebilmesi için bile yemek işlerinin yanısıra çocuk bakımının da bu arada birileri tarafından yapılıyor olması lazım. Birçok durumda çocuk sorunu kadınların bu türden etkinliklere katılmasının engeli olarak görülür. Oysa bu engel kolayca ortadan kaldırılabilir.  Ekinlik alanında yapılacak özel bir görevlendirme ile çocuklara iki ya da üç kişinin nezaret etmesi, geriye kalan herkesin rahatça ve kaygısızca etkinliğe katılmasını olanaklı kılar. Bu aynı şey sosyal yaşam alanları için haydi haydi geçerlidir. Mahallelerde yaygınlaştırılacak çocuk yuvaları, kreşler, çocuk evleri ya da sarayları, gündelik çocuk yükünü büyük ölçüde ebeveynlerin omuzundan alır. Bu türden kurumlarda çocuk bakımı ve eğitimi konusunda özel eğitimden geçmiş deneyim sahibi görevliler bu yükü toplumsal bir göreve olarak üstlenebilirler ve bu, çocuğun sosyal bir ortamda büyümesi bakımından da amaca uygun bir çözüm olur. Bu büyük bir toplumsal zaman ve enerji tasarrufu imikanı da sağlar. Yüz ailenin ayrı ayrı tüketeceği zaman ve enerjiyi küçük bir grup görevli profesyonelce yerine getirebilir ve bu her açıdan, özellikle de çocukların dengeli ve sağlıklı sosyal, ruhsal ve fiziksel gelişimi bakımından tümüyle amaca uygun bir çözüm olur.

Bütün bilimsel veriler ve pratik deneyimler, çocukların ancak ortak yaşam ortamları içinde sağlık biçimde gelişip serpilebildiğini gösteriyor. Çocukların kuşkusuz ana-babaların özel ve yakın ilgisine, onların yeri başkası tarafından doldurulamaz olan sevgisine ve moral ilgisine ihtiyacı var. Fakat sözünü ettiğim türden çözümler hiçbir biçimde bunu ortadan kaldırmaz. Tam tersine, buna her açıdan en uygun ve sağlıklı zemini yaratır. Bu durumda çocuk ve ebeveynleri arasındaki ilişkilere büyük bir rahatlık ve denge gelir. Gündelik çocuk yükünün aileleri ne denli bunalttığını ve bunun yarattığı gerginliklerin de en çok çocuklar üzerinden yansıdığını, bunun en fazla da onlara zarar verdiğini hepimiz gözlem ve deneyimlerimizden biliriz. Böylesine bunaltıcı bir ortamda çocuğun eğitim, sosyal ve kültürel ihtiyaçları doğru dürüst ve amaca uygun biçimde karşılanamaz da. Çocuk bakımının toplumsal yönü, bu türden yükleri ve aile içi zaafiyetleri ortadan kaldırarak anne-babalar kadar çocukları da rahatlatır. Sonuçta bu gerçek sevgi ilişkilerine ve manevi bağlara da uygun bir zemin yaratır.

Bugünkü toplumda sözkonusu olan annenin ve babanın (ki genellikle anneye kalıyor bu iş) çocuklarını gerçek bir sevgi ve moral rahatlık ortamında yetiştirmesi olmaktan çıkıyor, ebeveynlerin, fakat özellikle de annelerin, dolayısıyla kadınların ömrünü törpülüyen ve tüketen, sosyal ve kültürel yaşamını neredeyse ortadan kaldıran, buna zaman ve imkan bulmasını en az düzeye indiren bir yüke ve eziyete dönüşüyor. Bunun sonuçları kaçınılmaz olarak çocuklara da, onlarla ilişkilere de yansıyor. Oysa çocuklar zamanlarının büyük bir bölümünü evlerinin biraz ötesindeki çocuk yuvalarında, kreşlerde, çok yönlü etkinlikleri için kurulmuş çocuk saraylarında, bunun eğitimini almış en iyi uzmanların denetiminde ve en iyi imkanların sunulduğu bir ortamda çok rahat geçirebilirler. Bu çocukların çok yönlü gelişimi ve eğitimi için amaca en uygun bir durum da olur. Hepimiz kendi gözlem ve deneyimlerimizden biliriz, çocuklar kreşe ya da yuvaya gittiklerinde bundan büyük mutluluk duyarlar. Bu gibi yerlerde  çocuklar sosyal yaşama ve ilişkilere alışırlar, birlikte olmayı ve paylaşmaya öğrenirler. Bütün bunlar çocukların sosyal ve zihinsel gelişimini kolaylaştırır ve hızlandırır.

Çocuk bakımı toplumsal bir sorumluluk olmalı, bunun gerektirdiği tüm kurumlaşmalar ve imkanlar da toplum tarafından, topluma ait ortak fonlardan karşılanmalıdır. Çocuklara bakmak, onların eğitsel, kütürel, sosyal ve fiziksel açıdan en iyi biçimde yetişmesini sağlamak, toplumun kollektif sorumluluğu olmalıdır, toplum bunun için gerekli tüm fonları sağlamalıdır. Kuşkusuz bunu ancak sosyalizm böyle ele alabilir ve bu yolla çözebilir, bu ayrı bir sorun (ki bu sıraladığım tüm öteki önkoşullar bakımından da aynen geçerlidir).

Özetle ve sonuç olarak, toplumun çocuk bakımını üstlenmesi, çocukların en iyi biçimde eğitilmesi ve yetiştirilmesini olanaklı kılmakla kalmaz, kadını ev işinin o tüketici eziyetinin yanısıra çocuk bakımının bundan aşağı kalmayan yükünden kurtarmak olanağı da sağlar.

Kadın sorununun toplumsal niteliği
ve emekçi karakteri

Geçerken vurgulamak gerekir ki tüm bu toplumsal çözümler kadın sorununun güçlü toplumsal niteliğinin de en dolaysız göstergeleridir. Sorun özü ve esası yönünden kadın ile erkek, ya da anne ile baba arasında değil, fakat kadın ile mevcut toplum arasındadır. Mevcut toplumsal ilişkilerin köklü değişimi ve bu değişimin ortaya çıkaracağı yeni toplumsal ilişkiler zemininde bir dizi soruna yönelik toplumsal çözümler olmadan, kadın sorunun çözümü de olanaklı değildir.
Bütün bu anlatımların bir başka yönü ise kadın sorunu ile emekçi kimlik arasındaki ilişkidir. Dikkat ediniz, sıralanan sorunlar neredeyse kategorik olarak işçi ve emekçi kadının sorunlarıdır. Burjuva kadını için ne üretime katılmak üzerinden elde edebileceği bir ekonomik bağımsızlık sorunu, ne ev işlerinin tüketici yükü ve ne de çocuk bakımının eziyeti vardır. Ekonomik durumu çalışmasını değil, tersine asalak ve aylak yaşamasını gerektirir. Ev işleri ve çocuk bakımını ise onun hesabına başkaları, çoğu durumda da emekçi kadınlar üstlenir.

Bu olgusal gerçekler bir kez daha kadın sorununun özü ve esası yönünden toplumsal nitelikte olduğunu ve emekçi karakteri taşıdığını ortaya koymaktadır. Bu öz ve esastan hareket edilmedikçe kadın sorununu doğru ve derinlikli biçimde anlamak, doğru biçimde ortaya koymak ve dolayısıyla genel olarak kadın neslinin toplumsal kurtuluşu konusunda sağlam bir perspektifle hareket etmek olanaklı değildir.

Ataerkil ideoloji ve kültüre karşı
sistematik mücadele

Bir başka temel önemde sorun ataerkil ideoloji ve kültüre ya da günümüzdeki modern söylemle ifade edersek, erkek egemen ideoloji ve kültüre karşı verilmesi gereken sistematik ve çok yönlü mücadeledir. Ataerkil ideoloji ve kültür, binlerce yıllık bir sürecin ürünüdür, bugünün toplumuna binlece yıllık bir tarihsel mirastır. Sınıflı toplumlar bunu sırasıyla birbirine devretmişlerdir ve her yeni sınıflı toplum onu özü bakımından korumuş, biçimi bakımından kendine uydurmuş, kendinden yeni şeyler katarak kelimenin olumsuz anlamında zenginleştirmiş ve güçlendirmiştir. Bu ideoloji ve kültürün değer ve normları zamanla öylesine olağan hale gelmiş ve meşrulaşmıştır ki, insanlar onları değişmez önyargılar halinde benimsemiş, en olağan biçimde, adeta birer olağan ve sıradan alışkanlık halinde yaşar hale gelmişlerdir.

Bu kadına bakışta ve kadın-erkek ilişkilerinde de böyledir, hatta bu alanda özellikle böyledir. Bu düzenin yalnızca erkekleri değil kadınları da bu ideoloji ve kültürün esiri, çoğu durumda gönüllü savunucusu ve uygulayıcısıdırlar. Bizimki gibi geleneksel ilişki ve değerlerin toplum yaşamında hala önemli bir yer tuttuğu toplumlarda bu özellikle böyledir. Türbana sarınmak için kendini paralayan genç kızlar ve kadınlar örneği bunun yalnızca uç bir yansımasıdır. Daha genel ve köklü olanı ise gündelik yaşamın tüm alanlarına ve neredeyse tüm ilişkilere egemendir. Ev işlerinin ve çocuk bakımının kadına ait işler sayılması da bu ideoloji ve kültürün batı toplumlarında bile hala yeterince güçlü erkek egemen mevzileri durumundadır.

Buna karşı daha bugünden köklü ve sistematik bir ideolojik ve kültürel mücadele yürütmek, geleceğin sosyalist toplumunda ise sorunun bu yönüne yeni bir düzeyde ve tüm toplumsal araç ve olanakları da kullanarak yüklenmek, binlerce yıllık bir kültürel mirasın her türden kalıntısını toplumsal düşünce ve yaşamın her alanından kazımak, sosyalizmin kadın sorununa ilişkin çözüm programımını temel önemde bir gereğidir.

Sorunun gerçekten çözülebilmesi için toplumsal ilişkilerin ve maddi koşulların köklü bir biçimde değiştirilmesi kendi başına yeterli değildir, olmadığını 20. yüzyılın kusurlu sosyalizm pratikleri de açıkça göstermiştir. Bunun için kadınlar üzerindeki cinsel köleliğin binlerce yıldır oluşturduğu ideoloji ve kültüre, örf ve adetlere, anlayış ve alışkanlıklara, tutum ve davranışlara karşı sistematik bir mücadele yürütmek de gereklidir. Kadın-erkek tüm toplumun bu konu üzerinden sürekli bir biçimde ve çok yönlü olarak eğitilmesi de gereklidir.

Özetlersek kadının özgürleşmesi için üretici yaşam etkinliklerine etkin bir biçimde katılabilmesi; ev işinin ve çocuk bakımının kadın için özel bir yük ve eziyet kaynağı olmaktan çıkartılması, toplumsal bir sorumluluk haline getirilmesi ve toplumsal kurumlaşmalar yoluyla çözülmesi; binlerce yıllık ataerkil ideoloji ve kültüre karşı, kadın-erkek eşitsizliğini meşrulaştıran ve kadını ikinci sınıf insan sayan her türden düşünce ve inanca, gelenek ve göreneğe, alışkanlık ve davranışa karşı sistematik bir mücadele yürütülmesi gerekir.

Sosyalizmin ve bu kapsamda parti programımızın kadın sorununa yaklaşımını ve buna ilişkin çözümünü ele alırken bütün bu konulara yeniden dönmemiz gerekecek.

(Devamı...)

 

Ek metin:

 

Kapitalizm kadın sorununu çözmez,
döne döne yeniden üretir!

Kapitalizmin kadını evinden çıkarması ya da gerisin geri eve kapatması tümüyle ekonomik çıkara, yani kapitalist kâra bağlıdır, kapitalist işgücü piyasasının ihtiyaçlarına göre şekillenir. Özel mülkiyete ve kâra dayalı bir düzendir kapitalizm, onun tüm toplumsal ilişkilerine egemen temel öğeler bunlardır. Kapitalizmin insanı da bu toplumsal ilişkilerin, yani özel mülkiyetin ve çıkarın kölesi durumundadır. Kapitalizmin tüm insani ilişkilere ve dolayısıyla kadına bakışı da bunun üzerinden, bu öğelerin belirleyici etkisi altında gerçekleşir.

Sanayi devrimi erkeğin kas gücünü özel bir ayrıcalık öğesi olmaktan çıkardı ve bu sayede kapitalizm kadını ve onunla birlikte çocuğu sanayi üretiminin girdabı içine çekti. Bir başka ifadeyle, sanayi devriminin ortaya çıkardığı yeni üretim teknolojisi, emeğin cinsiyet ve yaş farkını ortadan kaldırdı ya da hiç değilse bir dizi sanayi dalı için büyük ölçüde önemsizleştirdi. Kadınları ve çocukları çalıştırmak kapitalistler için giderek karlı bir iş haline geldi. Zira onlar emeğin en savunmasız kesimini oluşturuyorlardı, bu nedenle onları çok daha ucuza ve yetişkin erkeklere göre çok daha kötü koşullarda çalıştırmak olanaklı idi.

Öte yandan kapitalizm kadınları ve cocukları işgücü piyasasına çektiği ölçüde işgücü arzı da muazzam boyutlarda artmış oldu. Bu ise ücretlerin düşmesi ve çalışma koşullarının ağırlaşması için uygun koşullar demekti. Kapitalist piyasanın mantığı her zaman böyle işler, işgücü piyasasında işgücü arzının büyümesi kapitalizm koşullarında bu sonuçları doğurur. Toplumda işsizlik baskısı ve işgücü piyasasında güçlü bir yedek sanayi ordusu varsa, sonuçta kapitalistler bunu ücretleri düşürmenin ve çalışma koşullarını ağırlaştırmanın etkili bir aracı ve imkanı olarak kullanabiliyorlar. Bugünün dünyasında, üstelik en gelişmiş ve zengin kapitalist toplumlarda bile, bu kural hala böyle işliyor.

Sonuçta kapitalizm herşeyi daha fazla kâr uğruna yapar. Kadının çocukla birlikte sanayi üretimi alanına çekilmesinin gerisinde de tümüyle bu ekonomik dürtü var. Bunun kadının özgürleştirilmesi öznel niyet ya da düşüncesi ile zerre kadar bir ilişkisi yok. Tam tersine, kapitalizm üretim alanına çektiği kadına ezilen cins muamelesi yaparak, bu yolla onu daha kolay ve daha çok sömürerek, böylece bundan ayrıca kazanç sağlar. Bu kazancın tadını aldığı ölçüde de kadına ikinci sınıf cins muamelesi yapmayı, bunun meşrulaştırmayı ve süreklileştirmeyi daha çok önemser.

Kapitalizmin kadını evden çıkarması ve sanayi üretimi içine çekmesi nesnel bakımdan kadının özgürleşmesinde önemli bir tarihi adımdır kuşkusuz. Bu kadının genel sosyal ilişkiler alanına çekilmesini kolaylaştırmış ve ona bir parça olsun ekonomik bağımsızlık kazanma imkanı sağlamıştır. Ama öte yandan bu kadının ev işini/ev köleliğini ortadan kaldırmamış, tersine ev işinin üstüne artık bir de iş yükü binmiştir. Kadının çifte sömürüsü ve ezilmişliği dediğimiz olgu tüm boyutları ve sonuçlarıyla kendini göstermiştir.

Ev işi ve çocuk bakımı sorununu çözmeyen toplumlar, kadın köleliğini kaçınılmaz olarak korurlar ve sistemli biçimde yeniden yeniden üretirler. Bugünkü zenginlik birikimi ve çağdaş teknolojinin gelişme düzeyi ev işini büyük ölçüde toplumsallaştırmanın önkoşullarını fazlasıyla yaratmış bulunmaktadır. Ama kapitalizmin çıkarlarına olmadığı/uymadığı için sözkonusu zenginlik ve teknoloji bu doğrultuda kullanılmaz. Çocuklar anne-babaların ihtiyaç duyduğu bütün zaman süreleri içersinde pekâlâ, yaşam ya da çalışma alanlarıyla içiçe kurulmuş kreşlerde, çocuk yuvalarında, çocuk bakım yurtlarında kalabilirler. Gelgelelim bu kapitalizmin işine gelmez. Bunun olabilmesi için kapitalistlerin ve kapitalist devletin buna gerekli fonları ayırması gerekir. Onlarsa buna yanaşmazlar, hiç değilse mecbur bırakılmadıkça yanaşmazlar. Örneğin Alman devleti silahlanma ya da dünyadaki etkisini güçlendirmek için, dolayısıyla emperyalist rekabet mücadelesi içinde kullanacağı fonları niye çocuk bakımı için kullansın ki? Halihazırda elbette bunu hala bir ölçüde yapmak zorunda kalıyor, ama günden güne budayarak, bu işlere ayrılmış fonları sürekli biçimde kısarak.

Geçmişte zorlu mücadelelerle kazanılmış bu türden hak ve olanaklar bugününün kapitalist dünyasında açıkça bir yük, kapitalist ekonominin kârlı işleyişine vurulmuş bir tür pranga olarak görülüyor ve tanımlanıyor. Böyle görülüp böyle tanımlanınca da sistemli saldırılarla peyder pey ortadan kaldırılıyor. Kapitalist bunalımın ve büyüyen işsizliğin en dolaysız bir sonucu olarak işini kaybeden kadın, buna paralel olarak çocuğunu kreşe ya da yuvaya bırakmak imkanını da kaybediyor. Kendisine zaten işin yok, hiç değilse ev işlerini yap ve çocuğuna kendin bak muamelesi yapılıyor. Kadın işsizliğin acısını çekmekle kalmıyor, ev işlerinin kısır ve tüketici ortamına, çocuk bakımının o bunaltıcı yüküne de yeniden dönmüş oluyor.

Oysa çocuğun bakım, eğitim ve yetiştirilmesini bütün yükünü toplum üstlenmek zorundadır. Çocuklar toplumun gelecek neslini temsil ediyor, kadın çocuk doğurmakla toplumun sürekliliğini güvenceye almış oluyor ve dolayısıyla temel önemde bir toplumsal hizmet yerine getirmiş oluyor. Bunun karşılığını toplum birikmiş zenginliğinden sağlamak ve çocuk bakımı işinin tüm gereklerini üstlenmek zorundadır. Ama kapitalist toplum buna yanaşmıyor, yanaşmaz. Bunu ancak sosyalizm bir anlayış olarak savunabilir ve pratikte tüm sonuçlarıyla uygulayabilir.

Bu amaçla eğitilmiş profesyonel bakıcı ve eğitmenlerin yönetimindeki çocuk yuvaları ya da sarayları her yerleşim biriminin orta yerinde kurulmalı; çalışan ebeveynler işe çıktıklarında ya da sosyal-kültürel bir etkinliğe katılmak istediklerinde, evlerinin en fazla bir kaçyüz metre ötesindeki bu tür yerlere çocuklarını büyük bir güven ve rahatlık içinde bırakabilmelidirler. Bu onlara herhangi bir özel bir masrafa da malolmamalı, buna yönelik tüm giderler toplumsal fonlardan karşılanmalıdır. Günümüz toplumunda buna yetecek, bu türden ihtiyaçları karşılayacak zenginlik birikimi yeterli ölçülerde var ve bunu bizzat çalışan anne-babalar, yani kadın-erkek çalışanlar ordusu üretiyor. Ama tüm sorun da bu zenginliğin kapitalist özel mülkiyet olarak bir avuç asalağın elinde birikmesinden çıkıyor. Bu toplumda ileri teknolojinin yardımıyla artık muazzam boyutlarda üretilebilen zenginlik, işçinin asgari geçimine zar zor yetecek ücret ödemeleri dışında, olduğu gibi kapitalistin kasasına akıyor, onun özel mülk varlığını çoğaltıyor. Bu nedenle toplumsal sorumluluk ve kurumlaşmalar yoluyla kadının ev işleri ve çocuk bakımı yükünden kurtaracak çözümler bu düzen altında gerçekleşmiyor, gerçekleştiği kadarıyla bu geçici ve iğreti kalıyor. Aynı özel mülkiyet tekeli bunalımların ve dolayısıyla en olumsuz sonuçları kadınlar üzerinden görülen işsizliğin de temel nedenidir. Aynı özel mülkiyet tekeli sürekli artan emek üretkenliğini işgününü kısaltmanın değil, fakat daha çok işi daha az işçiyle yapmak yoluyla işsizliği daha çok büyütmenin bir olanağı olarak kullanıyor.

Özetle kadının durumunda düzelme sağlayacak, onun özgürleşmesini kolaylaştıracak tüm uygulama ve önlemler, kapitalizmin kâra ve özel mülkiyete dayanan düzeninin aşılmaz engellerine çarpıyor. Zenginlik özel mülk halini aldığı ve bu da bir avuç kapitalistin elinde toplandığı için, onu toplumun genel ihtiyaçları ve elbette bu arada kadınların özgürleşmesi doğrultusunda kullanmak olanaklı olamıyor.

Dolayısıyla özel mülkiyet düzeninin köleleştirici bağları parçalanmadan kadının özgürlüğü olanaklı değildir. Kadının davasını işçi sınıfının davasına bağlayan bu temel önemde gerçektir. Kadın sorunu ile işçi sorunu, daha genel planda “toplumsal sorun” arasındaki güçlü ve kopmaz bağ buradadır.


Üste