Logo

Devletin gizli ama gerçek anayasası


Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerine.../1

 

Devletin gizli ama gerçek anayasası

 

H. Fırat

(Kasım ‘05’de verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır...)

Devletin gizli ama gerçek anayasası...

Türkiye’de hükümetler gelir ve gider, her biri kamuoyu önünde ve kitlelere yönelik olarak programlar ve politikalar koyar ortaya. Hükümet olmayı başaran partilerin kuşkusuz kendine göre politik hedefleri, öncelik kaygıları, temsil ettiği kesim ya da sermaye gruplarına göre çıkar hesapları vardır. Ama başa hangi parti gelirse gelsin ve kendi özel hesabı ve çıkarı ne olursa olsun, icra organı olarak hükümet üzerinden uygulanan temel politikalar, kural olarak devletin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denilen gizli yönetim belgesinde belirlenen politikalardır. Rengi ya da eğilimi ne olursa olsun hükümetler için bunun dışına çıkmak olanağı yoktur.

Bunu zorlama çabaları tabii ki zaman zaman olmuştur. AKP şimdi hükümet, bilindiği gibi şeriatçı gelenekten gelen bir parti, bu çerçevede hükümet olduğundan beri kendi özel gerici eğilimleri doğrultusunda bir takım şeyleri zorluyor. Fakat temel iç ve dış politikalar sözkonusu olduğunda nerede durması gerektiğini de herkesten iyi biliyor, zira etrafında bir sınır var ve bunu zorladığı her durumda karşısına görünür görünmez engeller çıkıyor, çıkarılıyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile saptanmış bir sınır bu. Bütün bir burjuva siyaset dünyasının, her biri kendine özgü gerici bir eğilimi temsil eden partilerin, bu partilerin oluşturacağı hükümetlerin içinde hareket edebileceği deyim uygunsa bir dış çerçeve var. İşte bu dış çerçeve, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Ancak bu çerçevenin oluşturduğu iç sınırlar içinde çeşitli farklılıklar, eğilimler olabilir, bu sınırlar içinde şu veya bu hükümet partisi kendi eğilim ve önceliklerine göre belli bir inisiyatif gösterilebilir. Bunun ötesine geçilemeyeceğini, geçmeye yönelik girişimlerin sorun, giderek bunalım nedeni olacağını özellikle hükümette bulunan partiler herkesten daha iyi bilirler.

Tansu Çiller başbakanken bir Avrupa gezisi dönüşünde ve muhtemelen emperyalist efendilerin telkiniyle Kürt sorununa çözüm olarak bir “Bask modeli” lafı edecek oldu. Kendisi de eski bir başbakan ve dışişleri bakanı olan Mesut Yılmaz ona anında hatırlatmada bulundu, sayın Çiller’in devletin konuya ilişkin “kırmızı kitapçıklar”ına yeniden bakmasında fayda var diye... “Kırmızı kitapçıklar”, devletin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSP) gerekçelendirilmiş geniş biçimi olmalı. Basında çıkan bu metinler başlıkları veriyor, bu bir bakıma özetin özeti. MGSB aslı nispeten geniş bir belge olmalı, “kitapçıklar” denildiğine göre, değişik konular değişik kitapçıklarda yer alıyor olmalı. Ama devlet sırrı olarak gizli tutuluyor bunlar, dışarıya taşmıyor, ya da hiç değilse halihazırda biz ulaşamıyoruz bu orijinal metinlere. Bazı karanlık sitelerde orijinal metin iddiasıyla yapılan bazı yayınlar da var, ama bunlar bir sırrı mı ifşa ediyor yoksa devletin hizmetinde manüplasyon mu yapıyor, bu pek belli değil. Orijinal metinlerin tam ne olduğunun bir önemi de yok aslında, özü bilindiğine göre ayrıntısı çok da gerekmiyor. Dış çerçeve, ana çizgiler gerçekte ne konuda nasıl bir politika izlendiğini anlamak için fazlasıyla yeterli. Örneğin eğer devlet kalkıp Kürt sorununda “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil” diyorsa, bu yeterli, herşeyi değilse de öteki çok şeyi bu temel tanımdan çıkarmak fazlasıyla olanaklı, bu konuda özel ayrıntılar çok da gerekli değil. Kaldı ki ayrıntıları ya da koşullar içindeki özgün uygulamaları zaten gündelik politika üzerinden izlemek gerekir. İzlenen ya da izlenmek istenen politikanın ayrıntıları, özgün yönleri ya da uygulanışı, ancak dönemin özgün koşulları içindeki politika ve tutumlardan izlenebilir.

Siyasal tahlil olayların akışını, bu akış içinde çatışan ana güçlerin konumlarını ve tutumlarını açıklığa kavuşturabilmek içindir, gelişmeleri anlayabilmek için gerekli bu. Siyaset sahnesinde kuşkusuz sadece burjuva sınıf devleti yok, olayların şekillenişini çok sayıda çatışan güç, sayısız iç ve dış faktör belirler sonuçta. Ama olayların akışını etkileyen temel bir faktör olarak devletin (ki bu temelde burjuvazi, burjuvazinin resmi siyasal sınıf iradesi demektir) nasıl bir politika izlediğini, temel sorunlara nasıl yaklaştığını ve olayların gidişatını ne yönde yönlendirmek ya da etkilemek istediğini anlamak istiyorsak, Milli Güvenlik Siyaset Belgesini dikkatle incelemek ve anlamak durumundayız. Burjuvazi adına ve emperyalizmin hizmetinde ülkeyi yönetenlerin şu veya bu temel iç ya da dış politika sorunuyla ilgili ne düşündüklerini, şu dönem nasıl bir politika izlemekte olduklarını bilmek ve anlamak istiyorsak, içinden geçmekte olduğumuz dönemde Siyaset Belgesi üzerinden neyi nasıl ifade ettiklerine dönüp bakmamız gerekir.

İçinden geçmekte olduğumuz dönemde diyorum, çünkü koşullar değişince bu belge de gerekli revizyonlardan geçiriliyor, yani değişiyor, değiştiriliyor. Örneğin Güney Kürdistan’a ilişkin o ünlü kırmızı çizgiler, eski belgeninin ürünü idi, ama Amerikan’ın Irak işgali sonrasında bunlar bir bir yıkıldı ve gelinen yerde resmen de terkedildi. Eskiden açık hükümler halinde Güney’de bir Kürt devleti savaş nedeni sayılırdı. Şimdi artık bunu göremiyoruz, bunun yerine daha ihtiyatlı ve fazlasıyla belirsiz bir takım genel ifadeler konulmuş durumda. Bir Kürt devletine karşıtlık üzerine bir takım ifadeler yine var, ama daha çok genel bir istek ve temenni olarak, daha çok da “Irak’ın toprak bütünlüğü” üzerine emperyalist işgalcilerin halihazırdaki ikiyüzlü resmi söylemlerinin arkasına sığınılarak. Belli ki olayların yıktığı eski kırımızı çizgiler artık terkedilmiş. Efendisi ABD olanlar, sonuçta Amerikan emperyalizmi ile ilişkilerini de iyi tutmak istiyorlarsa, bunu yapmak zorunda idiler. Güney Kürdistan politikasında ABD’nin yarattığı durumu sineye çeken bir konuma geçmek zorunda idiler, öyle de yapmış bulunuyorlar. Barzani’nin şu günlerde ve bizzat ABD himayesinde Beyaz Saray’dan Vatikan’a uzanan o büyük “başkanlık turu”ndan sonra, neden böyle yapmak zorunda kaldıklarını anlamanın hiç bir güçlüğü yok herhalde.

Milli Siyaset Belgesi, başa gelen her hükümetin uygulayacağı politikanın çerçevesini veriyor demiştim, onu bu temel önemde nokta üzerinden kavramak çok önemli. Buna dikkate değer bir başka örnek vermek istiyorum. İsrail’le en iyi ilişkiler, yani açık ve gizli bir dizi yeni anlaşma ‚‘96 yılında Erbakan’ının kısa başbakanlık döneminde imzalandı. Ama Erbakan ne yapsın, ayrıca ne yapabilirdi ki, devletin gizli ama gerçek anayasası olan Siyaset Belgesi böyle emrediyor, bunu gerektiriyor. Türkiye’de hükümet etmek, bu çerçeveye peşinen riayet etmek demektir. Erbakan da bunu eğer o güne kadar anlamamıştıysa eğer, eline tutuşturulan “kırmızı kitapçıklar”ın ardından bütün açıklığı ile anlamış olmalıdır.

Aslında bu tümüyle gayrı meşru bir durum, sözkonusu belge yasadışı bir belge. Devletin illegal olduğunun, devletin kabul edilmiş anayasasına göre değil halktan ve kamuoyundan gizlenen bir belgeye göre yönetildiği gerçeğinin bir ifadesi bu. Bundan hareketle biz ona devletin gizli ama gerçek anayasası diyoruz. Bu kuşkusuz bir şey anlatıyor, devletin yasal bir konumda davranmadığını, kendi görünürdeki yasallığını bile hiçe saydığını gösteriyor. Yasalar öyle ya da böyle olabilir, sonuçta Siyaset Belgesi ne diyor, ona bakılıyor ve ona göre davranılıyor. Hükümetler de bunu biliyorlar, başa geldikleri zaman bu çerçevenin dışına çıkmayı zorlamıyorlar, zorlayamıyorlar. Siyaset Belgesi’nde İsrail stratejik müttefik kabul ediliyor. Böyle olunca, anti-semitist bir gelenek içinde yetiştiği, dahası uzun bir dönem bu geleneğe bizzat önderlik ettiği halde, Erbakan’ın başa geldiği dönemde İsrail ile stratejik ilişkiler daha da geliştiriliyor. O bunu dengelemek için en fazla araya sonuçta skandala dönüşen bir Libya gezisi sokabiliyor örneğin. İşte hareket serbestisi bu kadar, bu sınırlar içinde. Libya ziyareti göstermelik ve sembolik bir duygusal girişim, politik pratik herhangi bir sonucu yok. İrticai gelenekten gelen ve islam birliğini savunan bir hükümet partisinin dış politikadaki hareket serbestisi alanı işte bu kadar. Ama gerçek icraat, İsrail’le bir dizi stratejik belgenin imzalanması ve bu bizzat Erbakan başbakanken oluyor. Siyaset Belgesinin siyaset yaşamımızda nasıl bir yer tuttuğunu, nasıl bir anlamı olduğunu anlatmaya çalışıyorum bu dikkate değer örnekle.

Değişikliklere damgasını vuran gelişmeler

Bu belge yakın zamanda yeniden gözden geçirildi. Neden gözden geçirildi, hangi gelişmeler ve ihtiyaçlar bunu gerektirdi? Bu soruların yanıtlarını belgenin içeriğine, daha doğrusu halihazırda kamuoyuna yansıyan temel başlıklarına bakarak çıkarabiliyoruz. Ne gözden geçirildi, neler değiştirildi diye baktığımızda, sonuçta neden gözden geçirildiği konusunda da az çok bir fikir edinebiliyoruz. Ortadoğu’daki gelişmeler ve bu çerçevede ABD ile ilişkiler; Irak’taki yeni durum ve Güney Kürdistan’daki gelişmeler; ve nihayet bu önemli dış gelişmelerin de etkisi altında içerde Kürt sorununa yaklaşım burada öncelikle üzerinde durulması gereken sorunlar. Bunları gündemdeki yerlerinden de hareketle ve yalnızca en önemli sorunlar olarak sıralıyorum kuşkusuz. Bu açılardan belgenin yeni biçimine somut olarak bakıyoruz ve görüyoruz ki gerçekten de esas olarak bu açılardan gözden geçirilmiş durumda.

Belgenin yeni biçiminde Amerika ile ilişkilere genişçe yer veriliyor, bu konuda çok daha belirgin ve somut bir tutum ortaya konuluyor. Bunu Irak’a müdahalenin ardından Amerika ile ilişkilerde ortaya çıkmış sorunlarla birlikte düşüneceksiniz. Bunu Amerika’nın Ortadoğu müdahalesi ve bunun Kürt sorunu üzerindeki etkileri üzerinden düşüneceksiniz (ki dün bunu ayrı bir konu olarak genişçe ele almış durumdayız). Dünyadaki kitlesel savaş karşıtı rüzgarın etkisi, artı Türkiye toplumunda savaşa karşı büyük muhalefet, artı müslüman bir devlete Amerika’nın yanında savaş ilan etmenin AKP gibi islam dinini istismar ederek hükümet olmuş bir partide yarattığı ve yaratacağı sıkıntılar ve nihayet Irak’a yönelik bir savaşın Kürt sorununda yaratacağı belirsizliklerin resmi çevreleri ittiği ikircikli tutum, bütün bunların birleşip kesiştiği bir noktada o ünlü 1 Mart “tezkere kazası” meydana geldi ve bilindiği gibi Amerika ile ilişkilerde büyük sıkıntılara neden oldu. Amerikan emperyalizmi Türkiye’yi yönetenlerin başına çuval geçirdi. Onur kırıcı, sineye çekilmesi ve unutulması kolay olmayan aşağılayıcı ve hiçe sayan bir davranış biçimiydi bu. Ama bakıyoruz, böyle bir olayın ardından ve üstelik Güney’de tam da ABD himayesinde giderek resmiyet kazanan Kürt devleti gerçeğine rağmen, gözden geçirilmiş biçimiyle yeni siyaset belgesinde ABD ile ilişkiler en açık ve en olumlu ifadelerle tanımlanıyor. Buna işbirlikçi burjuvazinin çıkar ve tercihleri üzerinden Türkiye’nin geleceği tümüyle Amerikan emperyalizmine ipotek ediliyor da denebilir.

Öte yandan Irak’a müdahale güneyde bir Kürt devletinin oluşumunu hızlandırdı, gelinen yerde resmi devlet ilanına çok yakın bir noktaya getirdi. Bu olgu karşısında ve kuşkusuz İmralı sonrasının gelişmeleri ışığında, yanısıra özellikle son Newroz’dan beri yaşanan şoven ve saldırgan kışkırtmalar sonrasında, sermaye iktidarı Kürt sorununa ilişkin politikasında neyi değiştirme ihtiyacı duymuş, yeni Siyaset Belgesi’ne bu açıdan da bakıyoruz. İlk göze çarpanın yıkılan “kırmızı çizgiler” olduğunu söylemiş bulunuyorum. Bu yıkılış yeni siyaset belgesinden somut olarak izlenebiliyor. Fakat belki bundan da önemli olan içerdeki Kürt sorununa yaklaşımdır. Yeni Siyaset Belgesi bu açıdan gerçekten dikkate değerdir. Zira Kürt sorununda ‘90’lı yılların ortasındaki biçiminin bile gerisinde bir katı inkarcı tutumla karşı karşıyayız burada. Ortadoğu ve özellikle Güney Kürdistan’daki gelişmelerin ve bunun Türkiye Kürdistanı’na muazzam etkilerinin ardından devlet deve kuşu politikasına devam diyor. Bunu ve  bunun uzantısı değişiklikleri (örneğin Türk ırkçılığının sokak linçlerine vardığı bir dönemde bir önceki versiyonda yer alan ırkçılığı tehlike sayan hükmün çıkarılması vb...) ayrıntılarıyla ele almamız gerekecek.

Yeni biçimiyle Siyaset Belgesi, üzerine yıllardır büyük fırtınalar koparılan AB sorunu bakımdan da dikkate değer. Bugün toplumda ABD’den çok AB ile ilişkiler tartışılıyor, esas dikkatler bu sorun üzerinde. En sağından ılımlı soluna kadar herkes lehte ya da aleyhte, fakat sonuçta lafı AB sorunu üzerinden evirip çeviriyor. AB’ye giriyoruz, refaha ve demokrasiye kavuşacağız deniliyor, bunun üzerine resmi-sivil gürültülü kampanyalar yürütülüyor. Tersinden de sözde milli bağımsızlık ve egemenlik yanlısı bir AB karşıtlığı da güçlü ve bu da yaygaracı bir kampanya eşliğinde sürdürülüyor. Ama nedense yeni Siyaset Belgesi’nde AB sorunu neredeyse bir ayrıntı. AB’den daha çok ABD ile ilişkiler üzerinden sözediliyor, ya da AB üzerinden söylenenler en kritik noktalarda (Kıbrıs, güvenlik politikaları, NATO vb.) getirilip ABD’ye bağlanıyor. Dahası AB’nin Türkiye’nin güvenlik sıkıntılarını azaltabileceği gibi arttırabileceği de söyleniyor. Bu, yeni Siyaset Belgesi üzerinden AB ile ilişkilerin bir belirsizlik, dolayısıyla kaygı ve kuşku alanı olarak tanımlanması anlamına geliyor. Belgede Kıbrıs, Ege karasuları vb. konularda ortaya konulan fazlasıyla hassas tutumu da AB konusundaki ihtiyatlı tutumun bir yansıması saymak gerekir.

Bütün bunlar, kuşkusuz AB çevrelerinin netleşen red tavrının da etkisi altında, işbirlikçi sermaye iktidarının AB sorununa giderek daha gerçekçi yaklaştığını, bunu bir belirsizlik ve dahası güvensizlik alanı saydığını gösteriyor. Yani işbirlikçi burjuvazinin o pek şaşaalı AB projesi gelinen yerde gerçekte tam bir yalan dönüşmüş durumda. Bunu artık başta soruna doğrudan taraf olanlar olmak üzere çok kimse biliyor ve devletin Siyaset Belgesi de aynı gerçeği kendi tarzında kayda geçiyor. Avrupalılar biliyor, Türkiye’yi yönetenler biliyor, devrimciler olarak biz biliyoruz kuşkusuz. Bunu bilmeyenler genellikle geniş emekçi kitleler, yani asıl bilmesi gerekenler. Emekçiler bilmiyorlar, çünkü AB üzerinden boş hayaller ile aldatılanlar onlar. Burjuvazinin emekçilere sunabileceği başka bir gelecek perspektifi, başkaca bir çıkış ve çözüm seçeneği yok. Açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, işsizliğin, aşağılanmanın, gelecek güvensizliğinin içine itilmiş milyonlarca emekçiye sunacakları bir şeyi olmayanlar bu boşluğu uzun zamandan beridir AB hayalleri ile dolduruyorlar. İşi, ekmeği, zenginliği, refahı, elbette demokrasiyi AB üzerinden vaadediyorlar işçilere ve emekçilere. Ama devletin gerçek Siyaset Belgesi’ne bakıyoruz, üzerinden koca hayaller pompalanan bu aynı AB burada neredeyse yalnızca bir ayrıntı, daha çok da belirgin kaygı ve kuşkuların konusu.

Geleceğe yönelik herşey ABD’ye kölece bağımlılık üzerinden formüle ediliyor, Türkiye’nin geleceği stratejik düzeyde bu ilişkilere bağlanıyor ve bu olgu daha iyi anlaşılsın diye olmalı, AB’ye giriş ile ABD ilişkilerinin hiç de birbirine alternatif olmadığı özenle ve önemle vurgulanıyor. Burada gerçekte bir mantık ve tutarlılık var. Zaten Türk burjuvazisinin AB’ye giriş politikası da gerçekte ABD uydusu olma politikasının bir parçası, basitçe bunun bir uzantısı. AB’nin başını tutanların da bunu tam böyle gördüklerinin biliyoruz. Nitekim zamanında eski Alman başbakanı Helmut Kohl bunu bütün açıklığı ile dile de getirdi, Türkiye’den ABD’nin AB içindeki Truva atı olmak isteyen ülke olarak sözetti. Doğrusu işin gerçeği de bu. Kohl’ün partisinin Türkiye’nin AB üyeliğine neden kararlı bir biçimde karşı çıktığının açıklaması da kuşkusuz burada. ABD ile en sorunlu, onun dünya politikasına en çok muhalefet eden, ona karşı AB odağını oluşturup büyütmenin birinci dereceden aktörü durumdaki Fransa’nın, Türkiye’nin AB üyeliğine neden bu denli kararlılıkla muhalefet ettiğinin açıklaması da burada.

Tersinden de, İngiltere’nin neden her dönem cansiperane bir biçimde Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklediğinin açıklaması da burada yatıyor. İngiltere AB içinde ABD’nin uzantısı durumunda bir ülke ve elbette bu misyonunda o hiç de yalnız değil. Hollanda ve Danimarka çoğu durumda onunla birlikte davranıyor. Öteki bazı Avrupa ülkeleri başa geçen hükümetlerin ve onların temsil ettiği özgün çıkarların durumuna göre tutum değişikliği gösterebiliyorlar, İtalya ve İspanya bunun örnekleri. Başta Polonya olmak üzere eski Doğu Bloku ülkeleri, Rumsfeld’in “yeni Avrupa”sı demek oluyor bu, büyük ölçüde ABD çizgisindeki yeni AB üyeleri konumundalar. ABD’nin genelde AB oluşumunu destekliyor olmasının gerisinde, onu böyle içinden kontrol edecek, gerektiğinde zayıflatacak, gerektiğinde zaafa uğratacak olanaklara fazlasıyla sahip olması var kuşkusuz.

Özetle AB bünyesinde yeterince ABD uzantısı ülke ve bundan kaynaklanan yeterince sıkıntı var. AB’nin dümenini tutan Almanya ve Fransa, bunun Türkiye gibi nüfusu kalabalık bir ülke ile yeni boyutlar kazanmasını hiçbir biçimde istemiyorlar. Türkiye’nin çözümsüz iç ekonomik ve siyasal sorunları, Kürt sorunu, işsizlik sorunu, milli gelirdeki düşüklük ve bunun tamamlayan gelir dağılımı uçurumu vb. sorunların hepsi zaten yeterince engel oluşturuyor. Fakat AB’nin dümenini tutanlar, belki de bütün bunlardan önce ve bir yönüyle de bütün bunları aşan bir etken olarak, daha bir de ABD uydusu konumundaki bir ülkenin yaratacağı politik sıkıntılar üzerinden bakıyorlar Türkiye’nin AB üyeliği sorununa. Avrupa’da başı çeken emperyalistler ilişkileri çok germeden fakat sistemli bir stratejik çabayla dünya sahnesinde ABD’nin karşısına bir alternatif olarak çıkmaya çalışıyorken, içinde İngiltere’nin, Polonya’nın ve ötekilerin yanısıra daha bir de Türkiye kamasının oluşmasını elbetteki istemezler. Bunun içindir ki Türkiye üzerindeki etkilerini ve bu arada adaylık üzerinden elde ettikleri yaptırım güçlerini yitirmemek için cepheden karşı çıkmaksızın onu kapı önünde tutarak oyalayıp duruyorlar.

Türkiye işbirlikçi takımı bu durumu elbette çok biliyor, ki sözümü tam da buraya bağlamak istiyorum, işte bu nedenledir ki Siyaset Belgesi’nde AB bir ayrıntı olarak kalıyor. Örnek olarak veriyorum; “Kıbrıs sorununun temel çözüm yeri BM’dir, başka yer aranmamalıdır” diyor, gözden geçirilmiş biçimiyle yeni belge. Bu, Kıbrıs sorununun çözümünde ABD birinci derecede söz sahibidir demekle aynı anlama geliyor. Kıbrıs meselesi normalde temel önemde bir AB şartı. Ama bu kesin ifade, AB’yi dışlıyor ve sorunu BM üzerinden tümüyle ABD’ye havale ediyor. Bir başka örnek tam da AB bahsinde NATO’nun önemine ve bu çerçevede güvenlik sorunlarında ABD liderliğine yapılan özel vurgudur. “AB’nin dış güvenlik politikaları NATO ve transatlantik ilişkilerle uyumlu olmalıdır. Türkiye burada rol oynamalıdır...” Bu, en dolaysız bir biçimde ve üstelik daha AB’ye girmeden ABD’nin borusunu çalmaya kalkmakla aynı anlama gelmektedir.

Siyaset Belgesi’nin genel kapsamı ve temel işlevi, temel sorunlara ve ilişkilere ilişkin olarak Türk burjuvazisi adına saptanan politikaların çerçevesini sunmasıdır. Buraya kadarki açıklamalarımla amacım konuya ilişkin olarak farklı yönleriyle bir ön fikir verebilmekti. Bunu konuya bir giriş de sayabiliriz. Şimdi artık bu belgenin içeriğini daha somut olarak ele alabiliriz ve kuşkusuz buna ABD ile ilişkileri ele alışla başlamak durumundayız.

(Devamı...)

Ek metin/1

 

BOP çerçevesinde ABD’ni tam hizmetinde!

Türkiye’nin dış ilişkilerinde çok yönlü politikanın kaçınılmaz olduğu vurgulanan belgede ABD ile ilişkiler ayrı bir bölüm olarak yer alıyor. Bu bölümde şu noktaların altı çiziliyor.

* ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür.

* İlişkilerin siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutu vardır.

* Bu ilişkiler ticari ve teknolojik olarak da geliştirilmelidir.

* ABD’de Türkiye aleyhine pek çok lobi faaliyeti vardır. Lehimize olanlar da bulunmaktadır. Bu ülkenin koşulları gereği lobi faaliyeti ayrı bir önem taşımaktadır.

* ABD’de Türkiye lehine kamuoyu oluşturulması pek çok bakımdan önemlidir.

* Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.

* Türkiye’nin ABD ile ilişkileri stratejiktir ancak başka bir ilişkinin alternatifi değildir. ABD, AB sürecimizin bir alternatifi değildir.

* NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı.

(İşte Siyaset Belgesi, Cumhuriyet, 14 Kasım 2005)

Ek metin/2

Tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil: Ulusal inkar politikasına devam!

* Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır. Kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nu kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur.

* Atatürk’ün, “Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir birliktir” sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır. Bu bağlamda mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır. Bu özgürlüklerin kötüye kullanılmaması önem taşımaktadır. Bölücü örgütün bu unsurları kendi amaçları doğrultusunda kullanmamasını sağlamak gereklidir.

(İşte Siyaset Belgesi, Cumhuriyet, 14 Kasım 2005)

Opens external link in new window(Devamı...)


Üste