Logo

Seçimler ve yeni dönem/4: Kronik bunalım içindeki düzen muhalefetinin iflası


Seçimler ve yeni dönem... / 4

 

Kronik bunalım içindeki düzen muhalefetinin iflası

Resmi düzen muhalefetinin
ortak perişanlığı

2 Temmuz seçimlerinde dinci partinin yaygın tartışmalara yolaçan başarısının gerisindeki temel etkenlerden biri de burjuva muhalefet partilerinin durumu, daha açık ifadeyle siyaset sahnesindeki ortak perişanlığı oldu. Şovenizm (MHP, CHP) ve laiklik (CHP) üzerinden ortaya konulan zehirleyici ve saptırıcı çabalar bir yana bırakılırsa, dinci parti beş yıllık iktidarı döneminde karşısında kendisini kitleler önünde zorlayacak herhangi bir burjuva muhalefet partisi göremedi. AKP’nin emperyalizmin ve büyük burjuvazinin istem ve çıkarları doğrultusunda yürüttüğü icraata karşı burjuva düzen partilerinin hiçbirinden kitleleri hedef alan ciddi ve inandırıcı bir ses yükselmedi. Bunun olmadığı bir durumda, tümü de geçmişte denenmiş ve AKP ile aynı çizgide bir icraatı çok daha kötü koşullarda ve ağır sonuçlarla uygulamış, bunun sonucu olarak da gözden düşmüş bu partilere seçmen desteğinin yeniden yönelmesi için bir neden olamazdı.

Bunda dolayıdır ki, seçmen desteği alanındaki başarısını toplumun bir kesimini saran şovenist zehirden beslenmesine borçlu olan MHP bir yana bırakılırsa, başta CHP olmak üzere tüm öteki düzen partileri son seçimlerden kesin biçimde başarısızlığa uğrayarak çıkmışlardır. Büyük burjuvazinin geleneksel “merkez sağ” çizgisini temsil eden partilerden ANAP (ki artık bir enkazdan ibarettir) seçimlere bile girememiş, “merkez sağ”ın birleşik partisi iddiası ile DP ismini alan ve böylece güya yeni bir çıkış yapmış bulunan Mehmet Ağar’ın DYP ise ona anında koltuğunu kaybettirecek denli hüsrana uğramıştır. Bu vesileyle belirtelim ki, dinci partinin beklenmedik orandaki oy artışında, aynı zamanda düzenin resmi “merkez sağ”ını temsil eden bu partilerin özellikle de seçimler öncesinde kendini iyice açığa vuran perişan görüntüsü önemli bir rol oynamıştır. ANAP ve DYP birlik adına giriştikleri çabalarda biraz olsun ciddiyet ve inandırıcılık sergileyebilselerdi, kendi seçmen tabanlarını azçok koruyarak barajı aşabilir, böylece AKP’nin büyük gürültü yaratan başarısını da belirgin biçimde sınırlayabilirlerdi. Oysa karşılıklı burjuva ayak oyunlarıyla sergiledikleri sözde birlik çabaları sonuçta fiyaskoyla noktalanarak inandırıcılıklarından geriye ne kalmışsa onu da yıktı ve böylece AKP’nin önü iyice açıldı, geleneksel merkez sağ oyları kendinde toplaması hepten kolaylaştı. AKP’nin seçim başarısının nedenlerine ve gerçek sınırlarına aynı zamanda buradan da bakmak gerekir. Bu durumun seçimi hemen önceleyen aylarda oluştuğunu burada gözönünde bulundurmak ve bunu, bu partilerin bir krize dönüşen cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecindeki tutarsız ve kaypak politikalarının yıpratıcılığı ile de birleştirmek gerekir. AKP’nin başarısını koşullayan konjonktürel, dolayısıyla geçici etkenlerden sözederken, ötekiler yanında bu gibi durumları da kastediyoruz.

Seçimleri önceleyen kriz döneminin güdümlü ama etkili Cumhuriyet mitinglerinin tüm havasından beslenen, DSP ile kurduğu seçim ittifakı ile bu havayı daha da güçlendirmek isteyen, bu arada seçime katılmayan SHP’nin de desteğini alan, daha bir de Demirel üzerinden “merkez sağ”ın bir kesimiyle ittifak kuran, bununla da kalmayıp listelerinde tescilli faşistlere ve tarikatçılara bile yer açabilen  CHP ise, bütün bunlara rağmen ancak 3 Kasım seçimlerindeki oy oranını koruyabilmiş, buna karşılık parlamentoda önemli sayıda koltuk kaybına uğramış, sonuçta seçimlerden belirgin bir başarısızlıkla çıkmıştır. CHP’nin bu başarısızlığı artık kronikleşmiştir. Mevcut çizgi ve tutumunu sürdürdüğü sürece, hele de başında Deniz Baykal türünden toplum ve emekçiler nezdinde itibarı ve inandırıcılığı kalmayan biri varken, gelecekte bugünden daha beter durumlara düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Burjuva siyaset sahnesinin kronik
“muhalefet bunalımı”

12 Eylül’ün düzen siyasetindeki önemli sonuçlarından biri, toplumu ve emekçileri ilgilendiren temel sorunlar üzerinden biçimsel, demagojiye dayalı ve dolayısıyla tümüyle aldatıcı bir muhalefeti bile ortadan kaldırması olmuştur. Tüm düzen partilerini temel sorunlar sözkonusu olduğunda tek program ekseninde eşitleyen ve onları “milli mutabakat” kapsamındaki bu türden sorunlarda emekçilere yönelik salt demagojik bir söylemden bile alıkoyan bu durum, resmi siyaset sahnesinde yaşanan kronik “muhalefet bunalımı”nın temelidir. Düzen partileri artık hükümetteki partiyi emek ve ülke düşmanı icraatı üzerinden zorlayıp böylece kitle desteklerini güçlendirme yoluna gitmek yerine, basitçe hükümettekilerin (yarın kalınan yerden kendilerinin de aynen sürdürmeye hazır oldukları) bu icraat içinde yıpranmasını ve böylece sıranın kendilerine gelmesini beklemektedirler.

Bu edilgenlik içinde sırasını beklemek tutumu bir dönem için her bir parti için belli sonuçlar da verdi, sonuçta herbirinin sırası bir biçimde geldi de. ‘90’lı yılların biribirini izleyen çok sayıda koalisyon hükümeti hemen tümüne de bir dönem hükümette yer alabilme olanağı verdi. Fakat sırasını hükümette yer alarak geçiren her bir parti, böylece seçmen nezdindeki güven ve inandırıcılığını da tüketmiş oluyordu. CHP, DYP, MHP, ANAP, DSP vb., tüm bu düzen partileri, ‘90’lı yıllar boyunca tekrar tekrar hükümet ortağı oldular ve sonuçta icraatlarıyla kitleler nezdindeki tüm inandırıcılıklarını yitirdiler. Demek oluyor ki artık savılacak sıra da kalmamıştır bu partiler için. (Bir zamanlar bugünkü dinci partininkine benzer seçim başarılarıyla tek başına hükümet olabilen, sonraki dönemlerde bunu koalisyon ortağı olarak sürdüren ANAP’ın bugünkü tükenişi, burjuva siyaset sahnesinin icraat içinde tüketen seyrine çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.)

Bu partilerin (özellikle de sosyal-demokrat geçinenlerin) muhalefet konumunda yeniden güç kazanabilmeleri ülkenin ve kitlelerin gerçek sorunları üzerinden ortaya koyabilecekleri etkili bir muhalefetle, bu muhalefetin kitleleri sarsması, uyarması ve heyecana getirmesi sayesinde olabilir ancak, olabileceği kadarıyla. Oysa kural olarak yapmadıkları ve yapamayacak durumda bulundukları da budur. Düzen siyasetinde “muhalefet bunalımı” dediğimiz açık olgu işte bunun bir sonucudur. Birçok vesileyle üzerinde durduğumuz bu soruna, burujuva siyaset sahnesinde yaşanan kronik muhalefet bunalımına, yakın geçmişte, 28 Mart seçimleri vesilesiyle, bir kez daha işaret etmiş ve öteki şeyler yanında son seçimlerdeki tablonunun anlaşılmasına da ışık tutan şu değerlendirmeyi yapmıştık:

“Bugünün Türkiye’sinde ve elbette yalnızca şimdilik, yani olayların AKP’nin yıpranmasına henüz yetmediği bir aşamada, hükümet değil muhalefet bunalımı yaşanıyor. Gerek parlamentodaki CHP gerekse parlamento dışı kalan burjuva düzen partileri şahsında bunu tüm açıklığı ile görmek mümkün.

“Bunun açıklaması gerçekte son derece basittir. Gerek uluslararası sermaye ve işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkar, istem ve dayatmaları çerçevesinde uygulanan emek ve halk düşmanı politikalara, gerekse ABD emperyalizminin istem ve dayatmalarına hiçbir düzen partisinin esasa ilişkin bir itirazı yok. İMF dayatmaları çerçevesinde uygulanan ekonomik-sosyal yıkım politikaları alanı, burjuva siyaset sahnesinde esasa ilişkin tartışmaların dışındadır ve bu uzun yıllardır böyledir. Düzen partileri bu konuda demagoji yapmaktan bile özenle kaçınıyorlar ya da bu yola başvurdukları nadir durumlarda bunu öylesine dikkatli ve iğreti biçimlerde yapıyorlar ki, sonuçta bunun herhangi bir inandırıcılığı kalmıyor ve kitleler üzerinde tercihlerini belirleyecek bir etkide bulunmuyor.

“Bu aynı tutum, buna bir tür gizli ‘milli mutabakat’ da denebilir, kitlelerin çıkar ve beklentilerini içeren siyasal sorunlar (temel demokratik hak ve özgürlükler) için de geçerlidir. Kurumsal ve yasal planda baskı, terör ve yasak rejimini oluşturan herşey, sağından soluna kadar tüm düzen partileri için “milli politika” ya da “devlet politikası” kapsamındadır ve dolayısıyla tartışma dışıdır. Bu konularda tartışma bir yana göstermelik demagoji bile yapılmaz, yapılamaz, yapılmıyor da. Tek tartışma konusu zaman zaman Kürt sorunudur ve burada ise hükümet olana göre daha ileri değil, tersine daha gerici ve şoven bir çizgi savunulur (sözde “sol” muhalefet partisi CHP’nin tutumu buna örnektir). Dolayısıyla yapılan, mağdur bir kesime sahip çıkmak değil, tersine, daha baskıcı ve tavizsiz davranması için hükümetin sıkıştırılması ve kışkırtılması olur. Bu ise sözkonusu mağdur kesim nezdinde hükümetten çok muhalefetin tecritini getirir.

“12 Eylül sonrası yeni dönemin bu genel olgusu, tüm düzen partilerinin aynı program ve temel politikalar temelinde tekleşmesi anlamına gelmektedir ve bugünkü muhalefet bunalımını açıklamaktadır. Kitlelerin çıkarlarını, beklentilerini ve bu arada duygularını ilgilendiren esasa ilişkin sorunlar ve politikalarda suskunluk, muhalefetteki düzen partilerini edilgen biçimde hükümettekinin yıpranmasını beklemeye itmektedir. Kitlelerin sorunlarına ve istemlerine demagojik dahi olsa sahip çıkmayan, buradan bir rüzgar estirmeyen hiçbir burjuva düzen partisi, hele hükümet olan(lar) da henüz yıpranmamışsa, kitleler nezdinde prim yapamamakta, dolayısıyla seçmen desteği alamamaktadır. (Çok özel türden bir istisna oluşturan 3 Kasım’daki Genç Parti olayı, tersinden burada ortaya konulanları doğrulamaktadır)...” (Seçimler ve Sol Hareket, Eksen Yayıncılık, s.107-109)

12 Eylül sonrası bütün bir dönemde, burjuva siyaset sahnesinde muhalefetin güç kazanması neredeyse kural olarak yalnızca hükümette olanın yıpranmasıyla gerçekleşiyor, bunu yineliyoruz. Dolayısıyla hükümetteki yıpranmadığı sürece de muhalefettekilerin zaten bir şansı olmuyor. Bu kuralın ‘90’lı yılların ikinci yarısına kadar tek istisnası, emekçilere yönelik sosyal demagojiyi her şeye rağmen etkili bir biçimde kullanan RP çizgisi idi. Bu çizgi AKP şahsında hükümet olalı beri artık burjuva siyaset sahnesinde emekçilerin sorunlarına demagojik düzeyde olsun seslenen parti kalmamıştır. Sağından soluna tüm düzen partilerinin ortak malzemesi kudurgan bir şovenizmdir ve bundan ise son seçimlerde de görüldüğü gibi daha çok şoven milliyetçiliğin geleneksel partisi olarak MHP yararlanabilmektedir. Buna CHP kendi yönünden laiklik savunuculuğu misyonu eklemekte, fakat bugünkü bilinç düzeyinde bunun da seçmen kitlelerinin büyük bölümünü oluşturan emekçiler için bir anlamı olmamaktadır. Dahası, bu misyon kent orta sınıflarının modern yaşama alışmış kesimlerinde destek bulsa da geleneksel düşünce, inanç ve yaşam biçimlerinin etkisi altındaki emekçilerde ters etkiye bile neden olmakta, denebilir ki tersinden gerisin geri dinci partiye yaramaktadır. Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz gibi, CHP’nin siyasal sözcülüğüne soyunduğu generallerin 12 Eylül’den günümüze uzanan çok yönlü icraatları sayesinde, emekçilerin önemli bir bölümü artık dinci gericiliğin ardından sürüklenecek sosyal, kültürel ve ideolojik bir ortamın içindedirler ve laikliğe yönelik söylem onları için karın doyurmamakla kalmıyor, daha bir de dine ve geleneksel değerlere karşıtlık biçiminde algılanarak ters de tepebiliyor.

Siyaseten tükenmiş düzen solu gerçeği

Düne kadar öteki şeyler yanında parçalı tablosundan dolayı yeterli seçmen desteği alamadığı söylenen düzen solu, 22 Temmuz seçimlerine tam bir birlik içinde CHP çatısı altında katılmış, ama sonuç buna rağmen 3 Kasım’da elde edilen oy oranıyla sınırlı kalmıştır. 7 milyonu aşkın seçmen demek olan %21’lik bu oranla halen de parlamentoda ikinci büyük parti olarak temsil edilen düzen solunun siyaseten tükendiğini iddia etmek ilk bakışta abartılı görünebilir. Fakat gerçekte durum tam olarak budur.

Bugün CHP’nin düzen siyaseti çerçevesinde olsun sol adına üstelenebileceği herhangi bir misyonunun kalmamış olması, bu tükenmişliğin bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu parti ne emekçilerin sınırlı iktisadi ve sosyal istemlerine sahip çıkmakta, ne de demokratik hak ve özgürlüklerin bir nebze olsun genişletilmesine destek vermektedir. Bir başka ifadeyle ne “sosyal” ve ne de “demokratik” bir misyonu vardır onun artık. Tayyip Erdoğan “biz onlardan daha sosyal-demokratız” derken kuşkusuz demagoji yapmakta, ama buna rağmen belli bir gerçeği de dile getirmekte, düzen solunun emekçilerin ekonomik ve siyasal ihtiyaçlarıyla bir bağının kalmadığını vurgulamakta, kendilerinin bunlar üzerinden daha inandırıcı bir söylemi kullanabildiklerini ifade etmiş olmaktadır.

AKP hükümetinin emperyalist ve yerli tekellerin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda yürüttüğü ekonomik ve sosyal yakım programına hiçbir itirazı olmayan CHP, öte yandan demokratik hak ve özgürlükler sözkonusu olduğunda AKP’nin de gerisinde bir gerici tutumla hareket etmektedir. Kürt halkının meşru hak ve istemlerine karşı kudurgan bir gericilik, bugünün CHP’sini özgürlüklerin tümden boğulmasına destek verir noktaya getirmiştir. 12 Eylül anayasası ile kurulmuş siyasal yapıyı bugün en hararetli biçimde savunan odur. Generallerin siyasal sözcülüğünü o yapmakta, devlet terörünü o kutsamakta, yeni anti-terör yasalarına gönülden destek vermektedir.

Emekçilerin sosyal ihtiyaçlarına ve demokratik haklarına düzenin o güdük sınırları içinde olsun ilgi göstermek demek olan sosyal-demokrat kimlikle bu partinin artık uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Onun bugünkü tüm sorunu, tarihsel ömrünü zaten tüketmiş bulunan ve bugün bir yandan Kürt sorununun ağırlığı altında, öte yanda Amerikan emperyalizminin “ılımlı islam” projesi çerçevesinde kaçınılmaz bir çözülüş yaşayan “laik cumhuriyet”i korumak ve kollamaktır. Bu ise onu bir yandan 12 Eylül anayasasına sarılmaya, öte yandan generallere siyasal sözcülük yapmaya götürmektedir. Aynı anlama gelmek üzere, siyaseten de tükenmeye...

İşin dikkate değer yanı, CHP’nin “üniter devlet” savunuculuğu ekseninde bayraktarlığını yaptığı kudurgan şovenizmin ona siyaseten hiçbir yarar, dolayısıyla da seçmen desteği sağlamıyor olmasıdır. Onun şovenizm balonuna üflediği hava, seçim sonuçlarının da açıkça gösterdiği gibi, neredeyse tamamen MHP’ye yaramaktadır. Yapılan muhalefetin şovenizm boyutu bu çizgiyi tarihsel olarak temsil eden faşist partiyi güçlendirmekte, CHP ise daha çok “laik cumhuriyet” savunuculuğunun siyasal rantını yemektedir. Bu ona yalnızca batı kentlerinin modern orta sınıf katmanlarının değil, dinsel gericiliğin siyaseten bu denli güçlenmesinden haklı olarak büyük  bir kaygı duyan ilerici emekçi katmanların da desteğini sağlamaktadır.

Emekçilerin kısmi ekonomik, sosyal ve siyasal ihtiyaçlarından bile tümüyle kopmuş bir düzen solu, siyaseten tükenmiş demektir. Buna rağmen CHP hala da 7 milyon oy alabiliyor, parlamentoya ikinci parti olarak girebiliyorsa, bunun gerisinde toplumun ilerici-sol gelenekten gelen kesimlerinin bu partiye aşılamayan bir alışkanlıkla sol bir parti olarak bakmayı sürdürmeleri ve yaşadığı değişimi görseler bile ehveni şer mantığı ile seçimlerde onu desteklemeleridir.

Düzen solunun 12 Eylül ile birlikte yaşadığı bu değişim üzerinde burada durmayacağız. 28 Mart yerel seçimleri vesilesiyle yaptığımız değerlendirme bu konuda söylenebilecek her şeyi içeriyor ve sorunun özünü en iyi biçimde veriyor. Bu nedenle bu değerlendirmeyi içeren özel ara bölümü ekte “12 Eylül öncesi ve sonrasında düzen solu” başlığı altında sunmakla yetiniyoruz.

CHP konusunda ek bir noktaya daha değinelim. Düzen siyasetinde yaşanan muhalefet bunalımına ilişkin olarak yukarıya aktardığımız parçanın bir yerinde şunlar söyleniyordu: “Tek tartışma konusu zaman zaman Kürt sorunudur ve burada ise hükümet olana göre daha ileri değil, tersine daha gerici ve şoven bir çizgi savunulur (sözde “sol” muhalefet partisi CHP’nin tutumu buna örnektir). Dolayısıyla yapılan, mağdur bir kesime sahip çıkmak değil, tersine, daha baskıcı ve tavizsiz davranması için hükümetin sıkıştırılması ve kışkırtılması olur. Bu ise sözkonusu mağdur kesim nezdinde hükümetten çok muhalefetin tecritini getirir...”
22 Temmuz seçimlerinin Kürdistan’daki tablosu bu değerlendirmeyi doğrulamıştır. Kürt düşmanlığı Kürdistan’da CHP’yi  hepten silmiş, bizzat CHP’nin de çabasıyla güçlenen yanılsama ise dinci partiye en büyük oy patlamasını yapmak olanağı sağlamıştır.

4 Eylül 2007


Ek metin...

 

12 Eylül öncesi ve sonrasında düzen solu

 

“Sol neden güç kaybediyor?” tartışması
 hangi gerçekleri örtüyor?

Buradan bir başka önemli soruna, son seçim (28 Mart Yerel Seçimleri-Red.) sonuçları üzerinden üzerine çok laf edilen “sol neden güç kaybediyor?” sorununa geçebiliriz. Düzen kafaları ve kalemlerinin bu ara üzerinde en çok konuşup yazdıkları konulardan biri durumunda bu sorun. Bunu, bir yanıyla sol düşünce ve değerleri kitleler önünde aşağılamak, öteki yanıyla da sol adı altında neo-liberal gerici düşünce ve değerleri, buna uygun düşen program ve politikaları meşrulaştırmak için kullanıyorlar. İlkini sonraya bırakarak bu ikincisi üzerinde duralım. Sermaye güdümlü kafa ve kalemlerden pompalanan beylik düşünce şudur: Merkeze kayan kazanıyor! “Merkez” denilen siyasal konum gerçekte işbirlikçi burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçları ile en uyumlu politik konumdan başka bir şey değildir. Tayyip’in AKP’si şimdi bu uyumu tam gösteriyor ve bu nedenle “merkez”i tuttuğu söyleniyor. Dün MHP benzer bir uyumu göstermişti ve bununla bağlantılı olarak “merkez”e yanaştıkça kazandığı iddia edilmişti. Gerçekte bu kayış onu sandığa gömdü ve şimdilerde o merkezden uzaklaşarak, eski milliyetçi-faşist söylemine kayarak kendini toparlamaya çalışıyor. Geçmişte o “merkez”i en iyi tuttuğu söylenen ANAP, tuttuğu bu yer sayesinde bugün bitmiş tükenmiş bir partidir artık. Bugün “merkez”i tutan AKP’nin yarınki akibeti de farklı olmayacaktır ve bunun hızını ekonomik-sosyal cephedeki gelişmeler kadar ABD’nin Ortadoğu politikaları çerçevesinde üstlenilecek roller belirleyecektir.

“Sol neden güç kaybediyor?” sorusunun yanıtı da tamı tamına aynı yerdedir. Çünkü sol diye nitelenen ve kitlelere de öyle sunulan “sol”, gerçekte solda değil fakat tümüyle “merkez”dedir ve hatta DSP örneğinde olduğu gibi sağdadır. Düzen “sol”unu bunalıma iten ve bu gidişle bitirecek olan da gerçekte budur. Gerçekte hiçbir gerçek sol değeri savunmayan, kitlelerin demokratik ve sosyal istemleri ile ilgilenmeyen, baskıya, sömürüye ve bağımlılığa karşı çıkmayan, hükümet olduğunda öteki gerici burjuva partileri ile tamı tamına aynı program ve politikaları uygulayan bir “sol”a emekçi kitleler niye umut bağlasın ve neden destek versinler ki?

Geçmişte, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda, emekçi kitlelerin sola kaymasının gerisindeki temel dinamik sosyal uyanış ve mücadeleydi. Uyanış ve mücadele fabrikalarda, işletmelerde, üniversitelerde ve tarlalardaydı. Bu uyanış ve mücadelenin yarattığı etki ve birikimdir ki, çok geçmeden yansımasını parlamentoda buldu. Geçmişin gerici iktidar partisi CHP’nin başındaki İsmet paşa bir anda kendini “kırk yıllık solcu” ilan etti ve Ecevit’in şahsıyla özdeşleşen düzen solu akımı sahneye çıktı. Sosyal uyanış sürdükçe düzen solu da parlamenter alanda güç kazandı. Şimdilerde atıfta bulunulan %41’lik oy oranına ulaşılan 1977 yılı, aynı zamanda ‘70’li yıllardaki kitle hareketinin de doruğa ulaştığı bir tarihi işaretlemektedir. Dönemin toplumsal muhalefetinin ve devrimci hareketinin zaaflarından da en iyi yararlanarak, büyük kitlesel uyanışın ve mücadelenin deyim uygunsa parlamenter rantını düzen solu, yani Ecevit CHP’si yedi. Ne zamanki bu uyanış bastırıldı, devrimci hareket ezildi ve topluma faşist 12 Eylül rejiminin anayasal ve yasal çerçevesi dayatıldı, işte o zaman düzen solu için de bunalım, güçsüzlük ve iktidarsızlık dönemi başladı.

12 Eylül’ü izleyen ilk birkaç seçimde elde edilen başarı bile 12 Eylül öncesinin kitle muhalefetinin toplumda yarattığı ve izi kolay kolay silinemeyen birikim ile 12 Eylül’e karşı birikmiş hoşnutsuzluğun ürünü oldu. Fakat 12 Eylül bu dönemin resmen bitişiyle bitmiş bir operasyon değildi; solu ezme ve sindirme, buna paralel olarak toplumsal muhalefeti dizginleme çabası sistematik biçimde sürdürüldü. Kürt hareketini bastırma operasyonundan da bu çerçevede (hem kirli savaş ve hem de şovenizmle) en iyi biçimde yararlanıldı. Sonuçta hem devrimci harekete büyük darbeler vuruldu, önemli bir bölümü terbiye operasyonlarıyla düzenin icazet sahasına çekildi, ve hem de gerçek manada bir kitle hareketinin gelişmesinin önü günümüze kadar başarıyla tıkandı.

Bu sonuç, düzen solunun mevcut tablosunun da izahını içermektedir işin aslında. “Sol neden güç kaybediyor?” sorusunu sorup üzerine beyin cimnastiği yapanların birçoğu da gerçekte bunu çok iyi biliyor. “Sol neden güç kaybediyor?” diye soranlar, tersinden sol neden zamanla güç kazanmıştı diye sorsalar, böylece yanıtını da kendiliğinden açığa çıkaracaklardır. Fakat onların amacı ve niyeti solun derdine çare bulmak değil, gerçekte solla hiçbir ilişkisi kalmamış “sosyal-demokrat” etiketli gerici burjuva partilerinin mevcut perişanlığını gerçek sol düşünce ve değerlere karşı bir saldırıya dönüştürmek ve buna paralel olarak bu gerici akımı hala da kitlelere “sol” olarak sunabilmektir.

Sol programı ve mücadelesi olmayan
 bir sol olabilir mi?

“Sol neden güç kaybediyor?” diye soranlar, tersinden sol neden zamanla güç kazanmıştı diye sorsalar, demiştik. Bu sorunun ortaya çıkaracağı temel önemde başka gerçekler de var. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda “ortanın solu” olarak ortaya çıkan burjuva akım, reformist bir sol söylemle hareket ediyor ve kitlelere yönelik propaganda-ajitasyonunda bunu etkili bir biçimde kullanıyordu. Yani dönemin toplumsal uyanış ve mücadelesini oya ve parlamenter güç olmaya tahvil etme öyle kendiliğinden değil, fakat reformcu bir sol söylem ve çabayla gerçekleşiyordu. Bu söylem, onun ifadesi politika ve şiarlar, o dönem hala toplumda önemli bir yer tutan, “ulusal” ve “demokratik” duyarlılıkları bulunan, fakat kapitalist gelişmeden ve emperyalizme bağımlılıktan zarar gören geleneksel orta katmanların özlemlerine de yanıt oluyor ve onların heyecanlı desteğini kazanıyordu. “Ortanın solu” akımı sosyal demagojinin yanısıra emekçi kitleleri heyecanlandıran ve sürükleyen anti-emperyalist ve anti-faşist söylemleri de cömertçe kullanıyordu. İMF’ye ve NATO’ya karşıydı, milli sanayiden ve milli kalkınmadan yanaydı, devletleştirmeleri savunuyordu, “toprak işleyenin su kullananın” diyerek toprak reformunu savunuyordu, “kontr-gerilladan hesap sorulacak!” diye kükrüyordu, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarınını iyileştirilmesini vaadediyordu vb., vb...

12 Eylül sonrasından beri artık bütün bunlar yok. Demokratik ve sosyal sorunlar üzerinden inandırıcı bir söylem ve ajitasyon bir yana bunların demagojisi bile sakıncalı görülüyor artık. Peki böyle bir düzen soluna kitleler niye umut bağlasınlar ve neden ona oy desteği sunsunlar? Hala da taşıdıkları “sol” etiketi bunun için yeterli görenler, sorunu başaşağı koyuyorlar. ‘80 öncesinde kitleler “sol” etiketi gördükleri için Ecevit CHP’sini desteklemiyorlardı, tersine, bu parti kitlelerin çıkar ve özlemlerine bir parça olsun tercüman olduğu ölçüde ona sempatiyle yaklaşıyor, böylece sola kayıyorlardı. Dönemin genel toplumsal atmosferi, kitle hareketinin ve devrimci mücadelenin genel etkisi bunu ayrıca kolaylaştırıyordu. Bugün ise durgun bir ortamdayız ve “sol” etiket taşıyan partiler kitleler için, onların gerçek çıkarları, istemleri ve özlemleri için hiçbir şey yapmıyorlar. Bu ise edilgen seçmenler durumuna düşürülmüş emekçi yığınları zaman içinde ve gitgide artan ölçüde bu partilerden koparıyor.

Sonuçta “solun güç kaybetmesi” olarak sunulan olgu, gerçekte düzen solunun sol düşünce ve değerlerin ifadesi davranışlardan tümüyle kopmuş olmasının yarattığı bir sonuçtan başka bir şey değildir. Yineliyoruz, geçmiş birikim ve anıların etkisiyle 12 Eylül’ü izleyen uzun bir dönem boyunca işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin önemli bir kesimi bu partileri desteklemeye devam etti. Fakat onların kendilerine umut bağlayan bu kitleler için kıllarını kıpırdatmamaları, tersine sermayenin ve emperyalizmin dayattığı politikaları aynen uygulamaları, muhalefetteyken bile bu politikalara muhalefet etmemeleri, onların bu türden bir “sol”a bağladığı umutları hepten kırdı. Onları ya sosyal demagojiyi bu partilerle kıyaslanmayacak bir inandırıcılık ve başarı ile kullanan dinci partilere yönelmeye (ki artan yoksulluk ve çaresizlik toplumsal edilgenlikle de birleşince, kitlelerin dinsel gerici odaklara bu yönelimi ayrıca kolaylaşıyordu), ya da resmi siyasete ilgisizliğe itti. Bugün 10 milyonu aşkın “küskün”ün varlığı rastlantı değildir ve bunu salt apolitizm olarak yorumlamak gerçeklere gözlerini kapamaktır. Bu kitlenin belli bir oranı elbette toplumun en geri ve apolitik kesimlerinden oluşmaktadır. Fakat belli bir oranının ise olumlu anlamda düzen siyasetinden umut kesmiş emekçilerden oluştuğuna en ufak bir kuşku yoktur.

(H. Fırat, Seçimler ve Sol Hareket,
Eksen Yayıncılık, s.141-45)

 

 


Üste