Logo

Siyasal mücadele ve devrimci şiddet - H. Fırat


Siyasal mücadele ve devrimci şiddet

H. Fırat

2010 yılı başında TKİP III. Kongresi üzerine verilen bir konferansın “Devrimci Şiddetin Güncel Anlamı” konulu ara bölümünün kayıtlarından oluşan bu metin, geride kalan sonbaharda toplanan TKİP IV. Kongresi’ne devrimci şiddet konulu olarak sunulan dört temel metinden biri oldu. Devrimci şiddet konusunu tüm kapsamıyla ele alan beş bölümlük esas metin önümüzdeki dönem içinde yayınlanacaktır.

Diğer iki metin iki kongre arasındaki MK Toplantılarının tutanaklarının devrimci şiddet konusuna ilişkin bölümlerinden oluşmaktadır. Bunlardan birinden kısa bir bölüm tamamlayıcı içeriğinden dolayı buradaki metne ek olarak bu sayıda sunuluyor. Daha kapsamlı olan öteki ise ele aldığı sorunların mahiyeti nedeniyle kamuoyuna sunulamayacaktır...

***

“Burjuva düzeninin ve devletinin karakteri ile sınıf mücadelesinin gerçekleri temelinde şiddete dayalı devrim, partimiz için temel önemde ilkesel bir sorundur. Fakat partimiz şiddete tapmadığı gibi onu hiçbir biçimde sınıflar mücadelesinin gelişme seyri ve düzeyi dışında da ele almamaktadır. İşte tam da bu temelde, siyasal mücadelenin ve çalışmanın bugünkü seyri, devrimci şiddetin belli sınırlar içinde örgütlenmesini giderek bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Devletin ve kapitalistlerin devrimci siyasal çalışmaya yönelen kuralsız terörü, kapitalistlerin tek tek fabrikalarda işçilerin en haklı ve masum taleplerini bile zorbalıkla sindirmeye çalışmaları, bu ihtiyacın güncel temelidir. TKİP III. Kongresi, bu çerçevede partinin önüne bir yandan pratik eğitim ve donanım görevini, öte yandan işçi hareketi bünyesinde İşçi Savunma Birlikleri örgütleme görevi koymuştur...”

(TKİP III. Kongresi Bildirisi... / Kasım 2009)

Materyalist tarih anlayışı
içinde şiddet sorunu

TKİP, şiddette dayalı devrimi ilkesel bir sorun olarak ele alan, bunu da programının ilgili bölümlerinde yeterli açıklıkta ortaya koyan devrimci bir partidir. TKİP Programı’nda, kurulu düzene ve devlete karşı tutum, genel ilkesel çerçevesi ve stratejik gerekleri yönünden açık ve net bir biçimde formüle edilmiştir. Program’ın ilk ana bölümü, bu yaklaşımın teorik mantığını ve ilkesel çerçevesini verir. Türkiye Devrimi’ne ayrılmış ikinci ana bölümü ise bu teorik yaklaşım ve ilkesel çerçeveden çıkan devrimci stratejik sonuçları sunar. Buna göre; burjuva devlet aygıtı şiddete dayalı bir devrimle parçalanıp yıkılacak, burjuva sınıf egemenliğinin araçları olan ordu, polis, bürokrasi, parlamento ve tüm öteki kurumlar ezilip dağıtılacak, yerini silahlanmış işçilerin ve emekçilerin her alanda ve her düzeydeki devrimci iktidarı alacaktır... Devrilen sınıfların tüm mensupları silahsızlandırılacak, eski düzeni geriye getirmeye yönelik her türlü girişim kararlılıkla ezilecek, devrimin genel savunması, silahlanmış işçiler ile yarı-proleter kent ve kır emekçilerinin elinde bulunacaktır. Özetle böyle diyor parti programımız.

Biz marksistiz, şiddet sorununa da bu konumumuzdan gelen bir bakışımız var. Şiddeti idealize etmiyor, tersine onu sınıflı toplum düzeninden kaynaklanan bir sorun olarak ele alıyoruz. Şiddet sınıflı toplumun bir ürünüdür, temelinde sınıf egemenliği sistemi ile birlikte örgütlü şiddet tekeli demek olan devlet olgusu vardır. Devrimciler olarak gerici şiddetin karşısına devrimci şiddetle çıkmak zorunda kalıyorsak eğer, bu öznel ya da keyfi bir tercih değil, fakat tümüyle sınıflı toplum ve sınıflar mücadelesi gerçeğinin katı nesnelliğinden hareket ettiğimiz içindir.

Bu çerçevede, şiddetin insanlığın tarihsel evrimi içerisinde temel önemde haklı ve devrimci bir işlevi de vardır. Marks’ın o çok iyi bilinen sözleriyle, şiddet ya da zor, “yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesi”dir. Zira devrimci şiddet, “toplumsal hareketin, sayesinde kendine yol açtığı ve ölmüş, fosilleşmiş politik biçimleri darmadağın ettiği” vazgeçilmez bir araçtır. Bu çerçevede şiddete dayalı devrim, yeni bir toplumun doğumunun olmazsa olmaz koşuludur.

Şiddete dayalı devrim biz komünistler için temel önemde ilkesel bir sorundur. Zira biz sınıflı toplum, sınıf devleti ve sınıflar mücadelesi gerçeklerinden hareket ediyoruz. Burjuva toplum, öteki araç ve yöntemler yanında, devlet aygıtı şahsında örgütlü zora dayalı olarak ayakta durmakta, işçi sınıfına ve emekçilere aynı zamanda bununla hükmetmektedir. İhtiyaç duyduğu her durumda sistemli ve sınır tanımayan zora başvurmakta, varlığını korumayı ve süreklileştirmeyi böylece güvence altına almaktadır. Dolayısıyla bu gerici şiddet tekeli ancak devrimci şiddetle, şiddete dayalı devrimle altedilebilir. Egemenlerin haksız gerici şiddetinin üstesinden ancak emekçilerin haklı devrimci şiddetiyle gelinebilir. Lenin'in önemle vurguladığı gibi, modern toplumda tüm ciddi sorunlar son tahlilde ancak zor kullanılarak bir sonuca bağlanabilir. Devrimse en kapsamlı tarihsel-toplumsal bir olaydır. Kurulu düzeni temellerinden yıkmak, yeni bir toplumsal düzenin yolunu açmak tarihsel eylemidir. Bu da ancak şiddet dayalı olarak, kitlelerin devrimci şiddeti örgütlenerek ve kurulu düzenin, onun devlet aygıtlarının karşısına çıkarılarak, böylece bu aygıtlar parçalanıp dağıtılarak başarılabilir.

Ama bütün bunlar, hiçbir biçimde şiddeti idealize etmemizi gerektirmez. Amaca ulaşmak üzere gerekli ve zorunlu, ama tarihsel bakımdan geçici araç ve yöntemleri idealize etmek biz komünistlere düşmez. Hele de bunların zorunluluğu, yıkıp tasfiye etmek istediğimiz sınıflı toplum düzeninin kendi doğasından kaynaklanıyorsa. Bizim idealimiz sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız, ayrımsız, dolayısıyla her türden şiddetten ve savaşlardan arınmış bir dünyadır. Her türlü eşitsizliğin, her biçimiyle baskının, dolayısıyla şiddetin ortadan kalktığı bir dünya...

Biz marksistiz ve şiddete bir bakışımız var dedim, buradan devam ediyorum. Şiddet politikanın başka araçlarla devamıdır. Politika ise sınıflar mücadelesinin yoğunlaşmış üst bir biçimidir. Bizim için devrimci şiddet, küçük insan gruplarının kendi dar sınırları ve öznel tercihleri içerisinde kullanabildiği bir araç değildir. Bunu içerebilir, ama hiçbir biçimde buna indirgenemez. Temelde şiddet sınıflar mücadelesinin bir biçimidir ve bir gelişme düzeyidir. Sınıf mücadelesiyse politik bir mücadeledir. Politik mücadelenin özüyse, aynı gerçeği tersinden ifade ediyorum, sınıflar mücadelesidir. Sınıf mücadelesinin bir seyri ve bu seyir içerisinde ulaştığı farklı aşamalar ve aldığı değişik biçimler olur. Şiddet de bu mücadelenin bir safhası ve aldığı temel biçimlerden biridir. Mücadelenin daha gelişmiş, daha yoğunlaşmış bir üst bir biçimidir. Biz komünistler şiddeti sınıflar mücadelesinin seyrinden hareketle, devrimci kitle hareketinin ve mücadelelerinin bir biçimi ve bir gelişme düzeyi olarak ele alıyor, bu temelde anlamlandırıyoruz.

Lenin, Gerilla Savaşı başlıklı çok bilinen makalesinde, marksistlerin mücadele biçimlerine ve dolayısıyla da devrimci şiddete yaklaşımı konusunda iki temel prensibi açıklıkla ifade eder. Bunlardan ilki, marksistlerin kendilerini herhangi bir özel mücadele biçimi ile sınırlayamayacakları, ilke olarak hiçbir mücadele biçimini reddedemeyecekleri üzerinedir. Marksistler hiçbir mücadele biçimini reddetmezler, en değişik mücadele biçimlerini kabul ederler. Ama onları hiçbir biçimde kafadan uydurmaz, keyfi bir biçimde saptamaz ya da masa başında üretmezler. Sınıf mücadelesinin gelişim seyrini, kitle hareketini dikkatle izlerler, onun açığa çıkardığı biçimleri saptar, genelleştirir, örgütler ve onlara bilinçli bir ifade kazandırırlar.

İkinci temel prensip ise, marksistlerin mücadele biçimleri sorununu soyut değil fakat somut tarihi koşullar içinde ele alması ve anlamlandırması gerektiği üzerinedir. Lenin, mücadele biçimleri sorununu soyut ya da kendi içinde ele almanın diyalektik materyalizmden kopmak demek olduğunu önemle vurgular. Hareketin gelişiminin belirli bir aşamasındaki somut durum somut olarak tahlil edilmeksizin, herhangi bir mücadele biçimi ya da aracının uygun olup olmadığına karar verilemeyeceğinin altını çizer.

Şiddetin ve mücadele biçimleri sorununun materyalist tarih anlayışı içinde ele alınışı genel hatlarıyla böyledir. Bu genel özet bize üzerinde duracağımız daha somut sorunları anlamamızı kolaylaştıracak yeterli bir çerçeve de vermektedir.

Halkçı hareket ve
devrimci şiddet

Türkiye’de devrimci şiddet, onu kullanan halkçı küçük-burjuva grupların yapısal sınıf zaaflarının bir yansıması olarak, çarpık bir biçimde ele alındı, amacından saptırıldı, zaman içinde alabildiğine dejenere edildi. Burjuvazi de bu zaafiyetten en iyi biçimde yararlandı, bunu kendi kirli propaganda aygıtının her türden saptırıcı ve karalayıcı imkanlarıyla da birleştirerek, böylece devrimci şiddeti sıradan emekçinin gözünde terörizm olarak yaftalamayı başardı. Son otuz yılın dünya ölçüsünde egemen toplumsal-siyasal koşulları ise buna zaten fazlası ile elverişliydi. Sonuçta bugün halen devrimci şiddetin toplumsal düzeyde itibardan düşürüldüğü, buna yönelik yerli yersiz her girişimin kolayca “terörizm” olarak yaftalandığı ve bunun da sıradan emekçinin gözünde büyük ölçüde kabul gördüğü bir dönemin içindeyiz.

Türkiye'nin geleneksel solu, tüm öteki temel sorunları olduğu gibi devrimci şiddet sorununu da marksist bakışaçısıyla ele almayı başaramadı. ‘70’li yılların o ilk devrimci çıkışında şiddet silahlı propaganda kavramı içerisinde formüle edildi. Sınıflar mücadelesinin bir biçimi, onun seyrinin bir gelişim aşaması olmaktan çıkarıldı, küçük insan gruplarının kitleleri sözümona sarsıp aydınlatmasının bir yöntemi ve aracı olarak benimsendi. Bu Türkiye sol hareketinin şiddeti ele alışının sonraki seyrine de belirgin bir biçimde yansıdı. Her ne kadar 12 Mart yenilgisinin ardından şiddetin bu ele alınışı solun asıl gövdesi tarafından açık ya da örtülü biçimde terkedildiyse de, özünde aynı zihniyet bir biçimde hep yaşayageldi. Devrimci şiddet, küçük insan gruplarının devletin kolluk güçlerine ya da onların sivil uzantılarına karşı o dar sınırlar içerisinde kullanılmasına indirgendi. Şiddet kitlelerin devrimci mücadelesinin örgütlenmesinin bir biçimi ve düzeyi olarak ele alınmadı. Şiddete tapanlar kadar onu reddedenler tarafından da. Şiddet sorununda aynı öznel idealist ele alış, birbirinin zıddı gibi görünen bu iki kutbun gerçekte ortak felsefi temeli oldu.

Şiddet halkçı küçük-burjuva akımlar tarafından sürekli idealize edildi, adeta tapınılacak bir tema haline de getirildi, devrimciliğin alemeti farikası sayıldı. Devrimci şiddetin amacından saptırılmasında, zaman içinde sürekli bir biçimde dejenere edilmesinde, böylece itibardan düşürülmesinde, bu çarpık küçük-burjuva zihniyet tayin edici bir rol oynadı. Bütün bunların çarpık bir kavrayışın yansıması olduğunu bilimsel açıdan olduğu kadar pratik deneyim açısından da bugün bütün açıklığıyla görebiliyoruz.

Genel olarak şiddet politikanın başka araçlarla devamıdır, kendi başına kimseyi devrimci ya da karşı-devrimci yapmaz. Şiddet bir yöntem, bir araçtır. Sınıf çatışmanın bir biçimi, sınıf mücadelesinin bir gelişme düzeyidir. Devrimcilikse tümüyle ideolojik ve sınıfsal temele dayalı politik bir konum ve niteliktir. Politikanızın özü ve niteliği neyse kullandığınız şiddetin özü ve niteliği de odur. Politikanız devrimci değilse, ya da tartışmalı ve kusurluysa, onu şiddete dayalı olarak uyguluyor olmanız, kendi başına sizi hiçbir biçimde devrimci yapmaz.

Bugün şiddeti en etkili, en yaygın, en yıkıcı bir biçimde bizzat burjuvazinin kendisinin kullanıyor olmasını bir yana bırakalım. Kürt sorunu üzerinden tartışmalar esnasında sık sık hatırlattık; Barzaniler'in ve Talabaniler’in bir zamanlar PKK şahsında karşı çıktıkları hiç de şiddet değil fakat devrimci konum ve kimlikti. Aynı anlama gelmek üzere şiddetin devrimci bir politikaya hizmet etmesiydi. Talabani kötü ünlü mektubunda silahlı mücadele döneminin değil fakat devrimler döneminin bittiğini vurguluyordu. Bu sözleri ettiğinde bizzat kendisi tepeden tırnağa silahlı bir hareketin başı olduğuna göre başka türlü de olamazdı.

Devrim ile şiddet aynı şey demek değildir. İlkin, devrim, şiddetsiz düşünülemez. Ama ikincisi, şiddet, ilkini gerektirmediği gibi tümüyle ona karşı da olabilir. Şiddeti/silahı toplumdaki bütün sınıflar, ilerici, gerici, devrimci, reformist her akım kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanabilirler. Bugünkü PKK, bilimsel ölçütlerle, artık reformist bir konumdadır; ideolojisi ve politik çizgisi klasik sosyal demokrat sınırları aşmamaktadır. Ama kapsamlı bir gerilla savaşına dayanmakta, önemli bir silahlı güce hükmetmekte ve politik stratejisini başarıya ulaştırmada bunlara özel bir tarzda dayanmaktadır. İmralı teslimiyeti ile birlikte devrimle her türden bağ kesildiği halde, halen silahlı mücadele çizgisi sürdürülmektedir. Talabaniler’i, Barzaniler’i bunun başka örnekleri olarak anmış oldum. Siyasal sınırlarda bir bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin ötesine geçemedikleri halde, Latin Amerika’da onyıllar boyunca kesintisiz olarak silahlı mücadele yürüten siyasal örgütleri de biliyoruz. Silahlı reformizm kavramı bütün bunları anlatıyor.

Şiddet ile politika arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde kurmak gerekir. Önemli olan politikanın ideolojik özü ve sınıf niteliğidir. Şiddet, politikanın başka araçlarla, başka biçimler içerisinde devamından başka bir şey değildir. Politikanız neyse uyguladığınız şiddetin anlamı ve niteliği odur. Bu, şiddet sorununun en temel teorik yönlerinden biridir. Bunu tamamlayan öteki yön, şiddeti sınıflar mücadelesinin bir biçimi ve düzeyi olarak kavramak sorunudur. Türkiye'nin geleneksel halkçı hareketi sınıflar mücadelesini küçük insan gruplarının mücadelesine indirgediği, siyasal mücadeleyi sınıflar gerçeğinden kopardığı için, şiddeti de sınıflar mücadelesi dışında ele almış, buna uygun bir pratik sergilemiştir. Ve Türkiye’de devrimci şiddetin yıpratılıp itibardan düşürülmesinde, haklı ve meşru niteliğini yitirmesinde bunun çok özel bir rolü olmuştur.

Sınıflar mücadelesi
ve şiddet

 Komünist Manifesto “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” cümlesiyle başlar. Türkiye'nin halkçı solu daha bu ilk cümleyi bile anlayabilmiş değildir. Bu ilk bakışta çok şaşırtıcı, biraz fazla abartılı bir iddia gibi görünebilir. Oysa gerçek tamı tamına budur. Onyılların kavrayışı ve pratiği bunun açık bir kanıtıdır. Bu tıpkı, teorideki işçi sınıfını kabul edip de gerçek yaşamdaki işçi sınıfından uzak durmak, sınıf dışı devrimciliği pratikte bir çizgi haline getirmek gibidir. Tabii ki, Komünist Manifesto’nun tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu ifadesi bir parça aklı olan her sıradan insan için yeterli açıklıktadır. Ama bilmek ile anlamak, böylece gerçek siyasal yaşamda bunun gereklerine uygun hareket etmek, buna uygun bir pratik sergilemek aynı şey değildir. Siyasal mücadeleyi sınıflar mücadelesi olarak ele almamak, böyle anlamlandırmamak, bunun gerektirdiği bir pratik içinde olmamak, o sade sözlerin anlaşılmadığının da en dolaysız bir göstergesidir.

Türkiye’nin bir burjuva sınıf düzeni ve bu düzenin egemeni olarak da bilinçli, örgütlü, deneyimli, birikimli bir burjuva sınıfı var. Ve bu sınıfın karşısındaki temel sınıf, onun anti-tezi, onu devirmek yeteneğine sahip biricik sınıf, bilimsel açıdan olduğu kadar hayatın gerçeği bakımından da apaçık ortadadır. Bu, Türkiye işçi sınıfıdır. Belirleyici mücadele, sonucu tayin edecek büyük çatışma, bu iki sınıf arasında yaşanacaktır. Politik bir özne olarak siz rolünüzü buradan oynamak, bu temel toplumsal gerçeği hesaba katarak davranmak zorundasınız. Sermaye sınıfının karşısına işçi sınıfını çıkarmak, bunun için tüm olanaklarınızla örgütlemek, eğitmek, harekete geçirmek çizgisi ve çabası içinde olmak durumundasınız. Eğer sınıflar mücadelesini böyle kavramıyorsanız, o zaman Komünist Manifesto’nun o ilk cümlesindeki temel teorik gerçeği de kavrayabilmiş değilsiniz. Küçük insan gruplarının devletle kapalı devre atışmasını politik mücadele olarak kavrıyorsanız, bunu da devrimci sürecin geliştirilmesi olarak sunuyorsanız, demek ki sınıf mücadelesi kavramından, dolayısıyla Komünist Manifesto’nun birinci cümlesinden hiçbir şey anlamış değilsiniz.

Bu yapısal kavrayış çarpıklığı doğal olarak kendini şiddet sorununu ele alışta da gösterdi. Devrimci parti, şiddete dayalı devrim ilkesini esas alan partidir. Ama bu, devrimci sınıfın ve emekçilerin mücadelesini bu yönde geliştirmek, yönlendirmek, örgütlemek, seferber etmek, bunu yaparken de bütün bu sürecin ön saflarını tutmak demektir. Devrimci parti, eğer gerçekten öncü niteliğine layıksa, mücadeleye önderlik etmek yeteneğine sahipse, genel olarak devrimci sınıf mücadelesinin olduğu gibi, onun şiddete dayalı üst biçimlerinin de en önünde olmalı, kitleleri ardından sürüklemelidir. Mücadelenin önünde durmak, ardından kitleleri sürükleyebilmek demektir. Sürükleyici güç, yani lokomotif olacaksınız ama arkanızdan sürüklediğiniz katarınızla birlikte. Sınıf ve kitle mücadelesine ilişkin bu gerçek, mücadelenin bir biçimi ve gelişme düzeyi olan şiddet için de geçerlidir.

Bunun böyle kavranmadığını her biçimiyle halkçı küçük-burjuva hareketin bütün bir kırk yıllık bilançosu bize tüm açıklığı ile göstermektedir. Halkçı küçük-burjuva akımlar şiddeti örgütlü öncü grupların devletle ya da onun örgütlü sivil uzantıları ile kapalı devre atışmasına indirgediler. Yazık ki bunun bedelini de ağır biçimde ödediler. Sonuç bu çizgide tükeniş oldu. Gerilla mücadelesi iddiaları bu ülkede her türlü ciddiyetini yitireli uzun yıllar oldu. Bu çizginin izleyicilerinin neredeyse tamamı sol uçtan sağ uca bir evrim yaşadılar. Silahlı örgütler olmaktan çıkıp legal reformist partilere ya da şekilsiz legal dergi çevrelerine dönüştüler. Bir kısmı da bu arada tümden tükenip gitti, adları bile unutuldu.

Bu kadarla kalsaydı, sonuçta bu izlenen çizginin yanlışlığının hayat içerisinde açığa çıkması olur ve bu da herşeye rağmen bir kazanım sayılırdı. Ama bedelin bundan ağır olduğunu biliyoruz. İlkin bu büyük bir insan, emek ve devrimci enerji israfı oldu. İkinci olarak da devrimci şiddetin yozlaştırılması, gözden düşürülmesi ve toplumsal meşruiyetinin tüketilmesi anlamına geldi. Şiddetin yanlış, zamansız, kuralsız, ölçüsüz ve ilkesiz kullanımı, burjuvaziye devrimci şiddet ile terörizmi özdeşleştirme ve bunu da sıradan kitlelere böyle kabul ettirme olanağı verdi.

Devrimci partinin meşru
direnme hakkı

Türkiye’nin yenilgi sonrası yeni dönemine, özellikle de son yirmi yılına baktığımızda gördüğümüz şudur: Kitle mücadelesi değil şiddete dayalı biçimler alabilmek, ekonomik biçimlerden, basit hak mücadelelerinden politik istemlere dayalı bir mücadeleye geçişte bile zorlanmaktadır. Kürt sorunu eksenli çatışmayı dışında tutar ve bazı istisnaları da saymazsanız, genel olarak kitle mücadelesinin geri ve barışçıl biçimler içerisinde seyrettiğini görürsünüz. Yeni dönemde devrimci şiddet sorununun canlı ve yaratıcı tartışmalara konu olmamasının gerisinde, solun büyük gövdesiyle devrimden kopup düzeninin icazet alanına yerleşmesinin yanısıra, temelde bu toplumsal olgu var. Sorun temelde, dünya ölçüsünde içinden geçilen özel tarihsel dönemle, bunun bir parçası olarak Türkiye’deki sınıflar mücadelesi gerçekliğiyle, onun somut seyriyle ilgilidir.

Şiddet sınıf mücadelesinin bir biçimi, onun bir gelişme düzeyi ise eğer, sınıflar mücadelesinin gelişim düzeyi ve seyri de şiddete dayalı biçimleri henüz bir olgu ya da ihtiyaç haline getirememişse, bu durumda sizler ona yapay bir biçimde başvuramazsınız. Başvurursanız geleneksel solun bir kesiminin hatalı çizgisini yinelemiş olursunuz.

Ama eğer bu böyleyse, halen de Türkiye’deki koşullar bu açıdan esasa ilişkin olarak bir değişikliğe uğramış değilse, o halde TKİP III. Kongresi şiddetin belli sınırlar içerisinde örgütlenmesini neden bir ihtiyaç olarak tanımlamakta ve çözülmesi gereken bir sorun olarak gündeme getirmektedir? Bu sorunun yanıtına TKİP III. Kongresi’nin tanımladığı sınırlardan giderek ulaşabiliriz. “Devletin ve kapitalistlerin devrimci siyasal çalışmaya yönelen kuralsız terörü ile kapitalistlerin tek tek fabrikalarda işçilerin en haklı ve masum taleplerini bile zorbalıkla sindirmeye çalışmaları, bu ihtiyacın güncel temelidir.” diyor TKİP III. Kongresi Bildirisi.

Kongre bildirisinin sözünü ettiği sorunlar kuşkusuz bir yenilik taşımıyor. Bu gerek devrimci parti, gerekse sınıf için dün de benzer sınırlarda bir ihtiyaçtı. Parti kendi yönünden, kendi çalışmasını keyfi engellemelere ve zorbalığa karşı sürdürebilmek bakımından, bu ihtiyaca dün de yanıt vermeye çalışıyordu, kendi gücü ve olanakları çerçevesinde. Bugün ulaştığı gelişme aşaması bunu daha hazırlıklı bir biçimde yapmasını gerektiriyor ve devlet ile kapitalistlerin zıvanadan çıkan tutumları bu konuya her bakımdan daha ciddi bir biçimde eğilmesini gerektiriyor olsa da.

Siz son derece meşru biçimler içerisinde olağan bir politik çalışma yürütüyorsunuz. Ne yapıyorsunuz örneğin? Bildiriler hazırlıyor, bunları götürüp fabrikalarda ya da işçi servislerinde dağıtmak istiyorsunuz. Tümüyle haklı, tümüyle meşru bir iş yapıyorsunuz. Ama bu yapmak istediğiniz iş, kuralsız bir zorbalıkla engellenmek isteniyor. Karşınıza örgütlü silahlı gruplar, fabrika özel güvenlik birimleri ya da yerine göre resmi kolluk güçleri çıkıyor ve zorbalığa başvurarak bunu yapmanızı engellemek istiyorlar. Bu, devrimci çalışmanın ve mücadelenin seyri içinde, doğallığında karşınıza çıkan bir pratik engel oluyor. Eğer keyfi ve kuralsız bir zorbalığa dayalı olarak karşınıza böyle engeller çıkarılabiliyorsa, sizin bunu tanımadığınızı gösterebilmeniz ve hakkını da pratik olarak vermeniz gerekir. Bu engellere direnmeniz, olanaklı olduğunca onları aşıp geçmeniz gerekir.

Sorunun bir yanı budur. Biz politik çalışmamızın gerekleri ve ihtiyaçları çerçevesinde durum gerektiriyorsa şiddette başvurmaktan geri durmayız. Alaattin Karadağ’ın katledilmesi vesilesiyle yayınlanan parti bildirisinde de, partimiz bunu tüm açıklığı ile ortaya koymuştur. Emekçilere partinin sesini, şiarlarını, çağrılarını taşımanın en meşru hak olduğunu, bu nedenle resmi ya da özel kolluk güçlerinin bunu zorbalıkla engelleme girişimlerinin yanıtsız kalmayacağını vurgulamıştır.

Bu, devrimci bir partinin politik çalışmasına yönelen zorbalığa meşru direnme hakkı, tutumu ve pratiği alanıdır. Sorunun bu yanında bu döneme özgü esaslı bir yenilik de yok, bunu yineliyorum. Ama bizim bu alandaki davranışımızda da esasa ilişkin bir yenilik yok. Biz bu gibi durumlarda, gerektiğinde şiddete başvurmaktan kaçınmadık. Bunun açığa çıkan ya da örtülü kalan sayısız örneği var. Ama giderek bu tür faaliyetleri zorbalıkla engellemenin bir eğilim haline getirildiğini (özellikle fabrikalar üzerinden karşımıza çıkıyor bu) gördüğümüz ölçüde, buna daha sistemli bir ifade vermek gelinen yerde daha özel bir ihtiyaç bizim için. Parti kongresinin saptadığı da budur.

Buraya kadar olanı, devrimci bir partinin kendi faaliyetine engel tanımaması sınırlarında bir sorun. Hiç de yeni olmayan ama bir dizi nedenle giderek önem kazanan bir sorun. Parti gelinen yerde her bakımdan daha güçlü, daha örgütlüdür. Çalışması her bakımdan genişlemekte, temposu artmakta, özellikle fabrikalara yönelik olarak daha sistemli bir hal almaktadır. Artık neredeyse gittiğiniz her fabrikada, özel güvenlik ya da patron beslemesi çeteler önünüze bir biçimde bir engel olarak çıkabilmektedir. Sabra bunun bir örneği olmuştu. Böyle engelleri tanımadığımızı, bunu meşru görmediğimizi ve bunu aşmaya yönelmenin en doğal hakkımız olduğunu pratik biçimde göstermek zorundayız. Kendimizi, siyasal çalışmamızı kesintisiz ve sınırlamasız biçimde yürütebilmek hak ve olanağını savunmak zorundayız. Şiddet bu çerçevede bir ihtiyaç olarak kendini gösterdiği ölçüde ona başvurmaktan geri duramayız.

Gerekli olan her durumda kendimizi savunma yeteneğine sahip olabilmeliyiz. Siyasal mücadelenin mantığı ve akışı içinde, bunun gerektirdiği durumda askeri manada savaşmasını da muhakkak ki bilebilmeliyiz. Bunun için kadro ve militanlarımızı sorunun tüm boyutlarıyla ilgili olarak sistemli bir eğitimden de geçirmek zorundayız. Öncelikle bu konuda sağlam bir ideolojik bakış açısı vermeli, bunu saflarımızda yerleştirmeliyiz. İkinci olarak, ideolojik eğitimin de bir uzantısı olarak, bu konuda militan bir ruh, bir savaşma isteği, iradesi ve gücü aşılamalıyız, ki bu da ancak sistemli bir eğitimle olur. Ve üçüncü olarak, askeri manada savaşma yeteneğini fiilen de kazandırmalıyız, bu da pratik askeri eğitimle olur.

Kuşkusuz devrimci parti siyasal bir yapıdır. Böyle olduğu içindir ki parti kadrolarının askeri eğitimini ve donanımını partinin bütünü üzerinden düşünemeyiz. Bu ne gereklidir ne de olanaklı. Zira bir partili çok iyi ve donanımlı bir komünist olabilir, fakat buna rağmen askeri eğitimi ve yetenekleri bakımından sınırlı olabilir. Bu böyle olmakla birlikte, gene de kadrolarının mümkün olduğunca büyük bir bölümünün bu konuda her bakımdan eğitimden geçirmek, devrimci parti için siyasal mücadelenin temel ihtiyaçlarından biridir.

Sınıfın meşru savunma ihtiyacı

Sorunun devrimci partiden öteye yanı, doğrudan sınıf mücadelesiyle, işçilerin kendi mücadelesiyle ilgilidir. Kapitalist sömürü boyunduruğu Türkiye’de çok ağır olduğu ve o boyunduruk sürekli biçimde de sıkıldığı için, işçiler bu bunalmışlık içerisinde döne döne kendiliğinden direniyorlar. Sendikalaşmak için, hak talepleri için, gasplara karşı sonuçta bir biçimde direniyorlar. Kapitalistler artık bu tür girişimleri salt basit tensikatlarla değil, kaba zorbalığa başvurarak da bastırmaya, işçileri sindirmeye çalışıyorlar.

 İşçiler çoğu durumda bunun karşısında çaresiz kalıyorlar, ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını çok bilmeden. Ama belli durumlarda kendilerini militanca savunuyorlar da, gerektiğinde şiddete de başvurarak. Yakın zamanlarda İzmir’de TÜMTİS’in örgütlü olduğu bazı işyerlerinde, daha önceleri İstanbul Ambarlar’da bunun örnekleri yaşandı. Bunlar işçi sınıfı saflarındaki gerektiğinde şiddeti içerecek tarzda direnme eğiliminin yansımalarıydı.

Ama bunlar olmasa bile, devrimci parti burada işçilere yönelik olarak kendi öncü rolünü oynayabilmelidir. Zira gerici zorbalık çoğu durumda sindirici sonuçlara yol açıyor. İşçilerin örgütlenme ve hak arama mücadelesinin önüne bir engel olarak çıkıyor. Bunun karşısında sistemli bir seslenmeyle işçilere çaresiz olmadıklarını anlatmak ve bunu da onları bu doğrultuda ikna edecek, cesaretlendirecek, harekete geçirecek çabalarla ve güven verecek pratik adımlarla birleştirmek gerekir.

Bu kuşkusuz pasif işçilere aktif fedailik demek değildir. Halkçı küçük-burjuva akımların fedailik yaparak kitlelere güven vermek pratiğinin kitlelerde, özellikle de onların ilerici kesimlerinde yarattığı kötü bir algılama ve beklenti olduğunu biliyoruz. Devrimciler gelip cezalandırsınlar, devrimciler gelip hesap sorsunlar algısı ve beklentisi, '70’li yıllardan bugüne kötü bir mirastır. Nitekim düne kadar, zira bugün artık bunu yapacak halleri yok, bir takım gruplar böyle durumlarda birbirleriyle yarışmayı ve sözümona bu yolla kitleler nezdinde prim yapmayı marifet de sayabiliyorlardı.

Bizim sorunumuz işçiler fedailik değil fakat önderlik etmektir. Biz işçilere, önünüze biz düşeceğiz, gerekirse donanımınızı sağlayacağız ama ne yapılacaksa birlikte yapacağız diyen bir yaklaşımla gitmek durumundayız. İşçi Savunma Birlikleri’ni de bu yaklaşım içinde ve bunun başarısı ölçüsünde örgütlemeye çalışmalıyız. İşçi Savunma Birlikleri hiçbir biçimde TKİP’li kadroların ya da partili işçilerin kendi içlerinde kurdukları ve işçilere fedailik misyonuyla hareket eden özel gruplar olmamalı. Bu, silahlı biçimler de dahil, işçilerin kendi direnme eğilimlerini ve kapasitesini örgütlemek politikası ve pratik çabasıdır bizim için. Başarısı, sınıfın direnme ve örgütlenme eğilimlerini harekete geçirebilme başarımıza sıkı sıkıya bağlıdır.

Diyeceksiniz ki, ama bu politika, hele de sınıf hareketinin bu düzeyinde gerekli sonuçları vermezse ne olacak? Verebildiği kadarıyla demek durumundayım. Vermiyorsa zaten yapay zorlamalarla yapabileceğiniz fazla bir şey yok. Bu bir sınıf mücadelesi biçimini alamıyorsa, kitlelerin kendi içinden destek, giderek onların bir eğilimi ve davranış biçimi haline gelemiyorsa, sizin bunu onlar adına yapmanızın zaten anlamlı bir sonucu olmaz. Siz kendi başınıza, kendi sınırları içinde meşru bir tarzda yapamazsınız da. Dahası bir taraftan devletin kolluk kuvvetlerinin, öte taraftan kapitalistlerin beslediği çetelerin kıskacında boğulabilirsiniz de. Ama biz bu ihtiyacın işçiler içerisinde derinden derine duyulduğuna da inanıyoruz. Eğer meşruluk zemini kaybedilmezse, eğer şiddet araçlarıyla keyfi bir biçimde oynanmazsa, bu iş doğru, isabetli ve esnek bir tarzda ele alınırsa, şiddet gerçekten gerektiği durumlarda ve gerektiği sınırlar içerisinde kullanılırsa, biz bu politikanın başarı sağlayabileceğine de inanıyoruz.

Bu bir politikadır, hayata geçirilmek üzere. İşçiler örgütlenmek, hak aramak, mücadele etmek, sendikalaşmak vb. istiyorlar. Ama karşılarına örgütlü zorbalık çıkıyor ve bu onları bu girişimlerden alıkoyabiliyor. Burada işçilerin aşmakta zorlandıkları bir çaresizlik duygusu var. Bunu aşmak isteği, ama bunun yolunu bulamamak gerçeği var. İşçilere, örgütlü bir tarzda bu zorbalığa karşı direnmeyi bir politika olarak sunabilir, buna pratikte bir hayatiyet kazandırabiliriz. Bu anlamda politikanın kendisi hayatın içinden çıkıyor. Bu şekliyle kuşkusuz öncü bir müdahale bu ama hayattan kopuk yapay bir müdahale değil. Hayatın içinden belli bir ihtiyacı, bir sıkıntıyı, bir zorlanmayı, bir engeli saptayabilmenin getirdiği bir karşılık.

Ama biz o engelleri işçilere rağmen ve işçilerin dışında aşmayı umarsak, sadece kendimizi aldatmış oluruz. Sorunu devrimci partinin özel profesyonel gruplarıyla devletin kolluk güçleri ve kapitalistlerin hizmetindeki çetelerin kısır bir çatışmasına indirgemiş oluruz. Bundan da kesin olarak başarısızlıkla çıkarız. Başarılı kışkırtmalara bağlı olarak işçilerin kendisiyle bile karşı karşıya geliriz. Ama biz işçilerin doğal hak arama, örgütlenme ve direnme mücadelesinin bir biçimi olarak, bir yönü, bir boyutu olarak bunu gündeme getirirsek, biz çizgide ısrar ve kararlılık gösterirsek, sonuçta şu veya bu ölçüde başarılı oluruz.

1970’li yıllarda, 1974’te başlayan yeni yükselişin o ilk evresinde, devrimci öğrenci grupları olarak dönemin bir dizi işçi grevine gider, çeşitli biçimlerde destek verirdik. O sıralar İstanbul Avcılar’daki Sungurlar Kazan fabrikasında da önemli bir grev vardı. Bu grevde geceleri işçilerle birlikte nöbet tutardık. Nöbete kalan işçilerin bir kısmı silahlıydı ve nöbet değişiminde bunlar yeni gelenlere devrediliyordu. Bu aslında yasal bir grevdi. Ama grevin bir saldırıya uğraması ihtimaline karşı da işçilerin meşruluk bilinci içerisinde doğal bir tedbiriydi silahlı nöbet beklemek. Herhangi bir dış saldırıya karşı bir savunma tedbiri... Bu örneği işçi savunma birliklerinin nasıl ele alınması gerektiği konusunda bir parça açıklayıcı bulduğum için vermiş oldum.

Bir fabrika çalışması içerisinde, diyelim ki siz işçileri sendikalaşmaya ya da altıncı ay zamları çerçevesinde direnişe götürmeye çalışıyorsunuz. Böylece gerçekte siz bir direniş örgütlüyorsunuz, hala doğal, meşru, barışçıl biçimler içinde duran. Ama karşınıza bu süreç içinde her biçimiyle baskılar ve zorbalıklar çıkıyor. Bunun karşısında işçilerin örgütlü militan direnişini örgütlemek, gerektiği her durumda bu zorbalığı püskürtmek ya da ezmek de, yürüttüğünüz çalışmanı bir parçasıdır, öyle olmak durumundadır.

Bu bakışaçısı, devrimci şiddeti sınıf mücadelesinin bir biçimi, bir boyutu olarak kavramanın bir ürünüdür. Mücadelenin kendi o doğal mantığının gerektirdiği sınırlar içerisinde şiddete başvurmak amaca uygundur ve tümüyle meşrudur. Olay kendi mantığı ve kendi meşruluğu sınırları içerisinde yaşanabilmelidir. Şiddetin mutlaka bir mantığı, bir sınırı, bir haklılığı olabilmelidir. Bu konuda her türlü kural birçok durumda kabaca çiğnendiği için bunları bu kadar vurgulamış oluyorum.

Kitlelerin devrimci şiddetini örgütlemek doğal olarak kolay bir iş değil. Bunun ajitasyon boyutu var, eğitim boyutu var, donanım boyutu var, başka bazı boyutları var. Bu bizim için aynı zamanda bir deneyim alanıdır da. Hayata geçirme süreci içerisinde hangi sonuçlara yol açacağını, hangi biçimleri alabileceğini, karşımıza ne gibi yeni durumlar çıkarabileceğini zaman içinde somut olarak yaşayıp göreceğiz. Bu deneyimlerden öğreneceğiz, onları irdeleyeceğiz, giderek politikamızı geliştirip daha bir somutlayacağız.

Olayın partimizin gündemine girmesinin anlamı ve kapsamı genel çizgileriyle budur.


Üste