Logo

Siyasal gelişmeler ve genel seçimler


Siyasal gelişmeler ve genel seçimler

Dünyada ve Türkiye’de önemli gelişmelerin yaşandığı bir sırada gündemde yeni bir genel seçim var. Amerikancı sermaye düzeni, bir yandan demokrasi adı altında dört yılda bir yinelenen parlamenter oyunun kuralları gereği, öte yandan bunu bir politik güç yenilenmesine, bir meşruiyet tazelenmesine çevirme ihtiyacı ve fırsatı çerçevesinde, yeni bir seçimin hummalı hazırlığı içinde.

Ortadoğu'daki gelişmeler ve Türkiye'nin uğursuz rolü

Şu sıra dünyada öne çıkan gelişme, Ortadoğu'da halk isyanlarının hala da sürmekte olan sarsıntısıdır. Halen Suriye, Yemen ve Bahreyn'de isyan ve kaynaşmalar sürüyor. Bununla birlikte, isyanların Tunus ve Mısır aşamasındaki coşkulu, umut dolu, iyimser atmosferi büyük ölçüde değişmiş durumda. Tunus'la başlayan isyan fırtınası tabandan geliyordu, geniş kitlelere, meşru istemlere ve kendi özgücüne dayanıyordu. Bu özellikleriyle bölgenin tüm diktatörlerine korku saldı, emperyalist dünyayı kaygılara düşürdü, emekçilerin ve halkların ise büyük sempati ve desteğini kazandı. Fakat çok geçmeden emperyalist dünyanın önce ince manevraları, ardından Libya üzerinden haydutça askeri müdahaleleri ile bu tablo büyük ölçüde zaafa uğradı. Olayların halihazırdaki seyri, emperyalizmin bölgeye dolaylı ve doğrudan müdahalelerinin bir olanağına dönüşmüş durumda. Bunun demokratik süreci desteklemek ve sivilleri korumak adı altında yapılması ise işin rezilce olduğu kadar tehlikeli de yanıdır. Libya'ya yapılan saldırının haftalardır tüm dünyada boş gözlerle izlenmesi, emperyalist müdahaleciliğe insani kılıf giydirmedeki başarının bir göstergesi sayılmalıdır. Son derece tehlikeli olan da budur.

Halen Libya'nın bir kesiminde emperyalist müdahaleye umut bağlayan, kendi ülkesinin yakılıp yıkılmasına alkış tutan bir sözde “halk isyanı” ile yüzyüzeyiz. Suriye'deki isyansa bu utanç verici çizginin dışında seyrediyor. Suriye toplumunun emperyalizme ve siyonizme karşı tarihsel birikimi ve hassasiyetleri, bu arada Ortadoğu'nun hassas dengeleri, Libya'daki türden bir kaba müdahaleye set çekiyor. Baas rejiminin zora ve zorbalığa dayalı iktidar tekelinin son bulmasını isteyen halk kitleleri halihazırda kendi özgüçleriyle ve meşru istemleriyle direniyorlar. Ama emperyalist dünyanın Suriye'deki durumu, rejime kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir biçim verme, bu arada Ortadoğu'daki güç dengelerini İran aleyhine değiştirme olanağı olarak değerlendirmeye çalıştığı da bilinmektedir. Tunus ve Mısır'daki halk hareketlerinin yapısal zaafları yazık ki Suriye'deki isyan için de geçerlidir. Hareket devrimci bir önderlikten, açık bir yönden ve birleşik bir karakterden yoksundur. Bu, emperyalizmin kirli oyunlarına ve oluşacak uygun koşullara göre de kaba müdahalelerine açık bir durum yaratıyor.

Ortadoğu'daki bu gelişmeler seçim sürecindeki Türkiye'yi çok yakından ilgilendiriyor. Türkiye başından beri bölgedeki sürece müdahalede ABD emperyalizmine maşalık yaptı, yapıyor. Başlangıçtaki rolü, hareketlerin denetim altına alınmasında ve diktatörün harcanması yoluyla düzenin yeniden restorasyonunda emperyalizmin işini politik ve diplomatik yönden kolaylaştırmak idi. Özellikle Mısır üzerinden bu açıkça görüldü. Halkları okşayan ikiyüzlü söylemlerle yerine getirilen bu incelikli ama rezilce hizmet, Libya'ya emperyalist müdahale ile birlikte yerini NATO saflarında savaşa açıkça katılmaya bıraktı. Şimdi de bu aynı misyonun kapalı diplomasiye dayalı kirli biçimi Suriye üzerinden ve ABD ile tam bir uyum halinde sürdürülüyor. Yarın açık müdahale fırsatı doğarsa, bu konuda en önemli rolün “komşu ve kardeş ülke” olarak bir kez daha Türkiye'ye düşeceğinden de kuşku duymamak gerekir.

Bu konuda ABD ile yeni gizli antlaşmalar yapıldığı, CIA başkanının Türkiye'ye yaptığı beş günlük gizli ziyarette bunun da kotarıldığı, verilecek hizmet karşılığında silahlı Kürt hareketinin tasfiye edilmesinde ABD desteğinin yeni bir düzeyde sağlandığı üzerine tartışmalar ve bu doğrultuda çoğalan işaretler var. ABD'de PKK yöneticileri hakkında alınan yeni kararlar, başbakanın Türkiye'de bir Kürt sorunu olmadığına ilişkin beklenmedik açıklamaları, yeniden hız kazanan KCK tutuklamaları ve PKK'ye yönelik askeri operasyonlar, nihayet Abdullah Öcalan'ın “görüşme adı altında bir oyalama politikası” izlendiğine ilişkin kaygı dolu son açıklamaları, bu işaretler arasında. Uygulamadaki sözde “Kürt açılımı” ABD'nin Kürt politikasının bir ürünü ve gereği idi. Dolayısıyla tüm gelişmelerin ABD'nin onayı ve desteği olmaksızın yaşanması mümkün değildir. Tayyip Erdoğan'ın Obama'yla her telefon görüşmesinin hemen ardından Suriye ya da Libya hakkında ABD ağzıyla açıklamalar yapması da ulaşılan yeni uğursuz mutabakatın açık bir doğrulanmasıdır.

 

Seçimler ve düzen siyaseti

Türkiye seçime bu ortamda gidiyor. ABD-AB emperyalizminin Ortadoğu'daki hayati çıkarları ve güncel ihtiyaçları ile AKP iktidarının bunlara tam uyumu, bu iki emperyalist odağın yeni seçimlerde bir kez daha AKP'ye tam desteğini getiren temel önemde bir dış etkendir. Doğal olarak bunu AKP'nin iç politikanın tüm temel sorunlarındaki uyumlu ve de sınamadan geçmiş tutumu tamamlıyor. Aynı nedenler, tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvazinin, yeni bir hükümet dönemi için bir kez daha AKP'yi tercih etmesini de beraberinde getiriyor.

Gerek emperyalizmin gerekse işbirlikçi büyük burjuvazinin bu hükümet tercihini, izlenmekte olan çizgiyle uyumlu ama AKP'nin rahatsız edici ölçüsüzlükleri karşısında da dengeleyici rol oynayabilecek denli güçlü bir düzen muhalefeti tercihi tamamlıyor. Kılıçdaroğlu yönetimindeki yeni CHP, yeni çizgisiyle beklenen bu uyum ihtiyacına fazlasıyla yanıt veriyor. Halen sorun istenen dengelemeyi yapabilecek bir seçmen desteği elde edip edememesinde. Tüm öteki temel konularda iktidar partisinden farklı bir politikası olmayan Kılıçdaroğlu yönetimi ölçüsüz bir sosyal demagojiyle işte bunu başarmaya çalışıyor.

Yeni gelişmeler, özellikle de Ortadoğu'daki güncel gelişmeler bunu pekiştirmiş olsa da, emperyalizmin ve büyük burjuvazinin siyasal tercihleri gerçekte referandumu izleyen dönemde bütün yönleriyle açıklık kazanmış bulunuyordu. Ekim'in Referandum Sonrası Düzen Siyaseti başlıklı değerlendirmesi (sayı:268, Ekim 2010, Başyazı) bunu tüm temel yönleriyle ve burada buna yönelik yeni bir değerlendirme girişimini gereksiz kılacak açıklıkta ve güncellikte ortaya koymaktadır.

Emperyalist odakların ve sermaye çevrelerinin referandum sonuçlarından duyduğu açık memnuniyeti ortaya konulan tepkiler üzerinden örnekleyen sözkonusu değerlendirme, bundan gündemdeki genel seçimler sonrasının tercihlerine ilişkin olarak şu sonucu çıkarıyordu: “Düzenin iç ve dış efendileri üzerinden yansıyan bu tablo, AKP eksenli dinsel gericilik cephesinin referandumda elde ettiği başarının ana kaynaklarından birini tüm açıklığı ile ortaya koymakla kalmıyor, bugünkü koşullarda AKP’nin onlar için hala esas seçenek olduğunu da bir kez daha teyid ediyor. Düzen siyasetinin bugünkü tablosuna bakıldığında ve düzen muhalefetinin içinde bulunduğu durum gözetildiğinde, bu şaşırtıcı da değildir. AKP, bugünün koşullarında hala da emperyalizmin ve büyük burjuvazinin politikalarını etkili biçimde uygulayabilecek en uygun siyasal güçtür. Ekonomik ve sosyal yıkım politikalarından başta Kürt sorunu olmak üzere iç ve dış ‘açılımlar’a ve emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği bölgesel rollere kadar bu böyle. Borsa simsarlarının referandum sonuçlarının heyecanıyla dile getirdiği gibi, AKP onlar için herşeyden önce ‘siyasal istikrar‘ demektir ve halihazırda bunun güvencesi onun tek başına iktidarıdır. Referandum sonuçları onun bunu bir dönem daha başarabileceğini göstermiştir onlara ve onlar da bir dönem daha AKP iktidarı ile işleri götürmek kararındadırlar. Referandum sonrasının tüm işaretleri açıkça bu yöndedir. Önümüzdeki bir yıldan az zaman içinde durumu kökten değiştirecek beklenmedik gelişmeler yaşanmadığı sürece bu tercihte bir değişiklik olması için ortada bir neden görünmemektedir.”

Referandumdan gündemdeki seçimlere uzanan bir yıldan az süre içinde durumu AKP aleyhine kökten değiştirecek gelişmeler yaşanmadığını biliyoruz. Tam tersine, özellikle de Ortadoğu'daki gelişmeler ve bu gelişmelerde AKP'nin ABD hesabına oynadığı rol ve sunduğu hizmet, işleri bir dönem daha onunla götürmeye yönelik tercihi özellikle perçinledi. Düzenin dış ve iç efendilerinin AKP üzerinden süren bu büyük mutabakatının “ortada sorunlar olmadığı anlamına gelmediği”ni de vurgulayan sözkonusu değerlendirme, ardından şöyle devam etmektedir: “Tersine, içerde büyük burjuvazinin TÜSİAD eksenli kesiminde ve dışarda ise başta ABD olmak üzere emperyalist çevrelerde, AKP hakkında ciddi bazı endişeler vardır ve AKP elde ettiği güce paralel olarak pervasızlığını artırdıkça bu endişeler de büyümektedir. Bunlar uygun biçimlerde seslendirilmekte ve AKP’den güven verici davranışlar beklentisini ortaya koyan uyarılara konu edilmektedir. Onlar için sorun, AKP destekçisi AB şeflerinden birinin açıkça söylemekten geri durmadığı gibi, ‘limitlerin aşılmaması’dır. Bununla her ne kadar halen herşeye rağmen ‘limitler‘in aşılmadığı söylenmek istense de, gerçekte AKP’nin belli konularda ‘limitler’i zorladığı, yer yer de aştığı, bununsa içerde ve dışarda rahatsızlıklar yarattığı bilinmektedir. Dışarda İsrail ve İran sorunları, içerde devletin ele geçirilmesindeki ölçüsüzlük ve bunun haksız rekabete, özellikle de büyük sermayenin el değiştirmesine dayanak yapılması, bu arada din referanslı gerici uygulamalar ile islami hayat tarzının rejimin ve toplumun yerleşik dengelerini zorlayacak ölçüsüzlüklerle dayatılması, bu endişenin şu sıralar öne çıkan başlıca öğeleridir. Bu nedenledir ki AKP’yi çizgiye çekmeye, ‘limitler içinde’ tutmaya yönelik açık gizli çabalar içerde ve dışarda sürmektedir.”

AKP’yi çizgiye çekmeye, ‘limitler içinde’ tutmaya yönelik açık gizli çabalar, herşeyden önce kendini düzenin efendilerinin ihtiyaç duyduğu temel icraatlarla uyumlu ama öte yandan da iktidar partisini dengeleyici ve bunu için de nispeten güçlü bir düzen muhalefeti hazırlamak üzerinden kendini gösterdi. CHP'de liderlik değişimiyle ortaya çıkan yeni muhalefet tablosu ile bu alabildiğine kolaylaştı. Yeni yönetimiyle yeni CHP, düzenin temel icraatlarıyla uyuma hızlı bir geçiş yaşadı:

“Yeni yönetimiyle birlikte CHP ise başından itibaren AKP’yi iktidar yapan ve iktidarda tutan güçlere güven vermek, böylece onlar için esas tercih konusu haline gelmek çizgisi izlemektedir. Yeni lider olarak öne sürülüşünün daha ilk adımında sermaye sınıfını ‘ekonominin kamu görevlileri’ olarak yaldızlayan Kemal Kılıçdaroğlu, o günden bugüne bu yaklaşımını özenle korudu. Bütün bir referandum kampanyasını esası yönünden sosyal demagoji eksenine oturttuğu halde, sosyal sorunların kaynağına ve dolayısıyla çözümüne ilişkin olarak ucu sermaye sınıfına dokunacak tek kelime etmemeye özel bir dikkat gösterdi. Aynı şekilde ABD emperyalizmini ve İsrail siyonizmini rahatsız edecek hiçbir söylem kullanmadığı gibi AB bayraktarlığını AKP’den almak iddiası ile de ortaya çıktı. Bunlara başta Kürt sorunu olmak üzere gündemdeki ‘açılımlar’ konusunda sergilenen ‘yapıcı’ ılımlılık ile düzen siyasetinin çeşitli sorunlarının çözümünde diyaloga ve uzlaşmaya yatkınlığını sergileyen tutum ve jestler de eklenebilir. Bütün bu söylem, tutum ve davranışlar üzerinden verilmek istenen mesajın içerde ve dışarda ilgililer tarafından algılandığından, olumlu karşılandığından ve geleceğe yönelik hesaplar çerçevesinde değerlendirmelere konu edildiğinden kuşku duymamak gerekir.”

“Emperyalist odakların ve işbirlikçi büyük burjuvazinin düzen muhalefetine yaklaşımı da bu çerçevede şekillenmektedir” diyen Referandum Sonrası Düzen Siyaseti başlıklı değerlendirme, şu sonuca varmaktadır: “Onlar için yeni lideri ve yönetimi ile birlikte ana muhalefet partisi CHP’nin şu dönemki asli misyonu, AKP’yi dengelemek ve ‘limitler içinde’ tutmaktır. (...) Referandumun ortaya çıkardığı tablo düzenin iç ve dış efendilerinin bu yaklaşımını ayrıca kesinleştirmiştir. Bir dönem daha yola AKP ile devam edilecek, fakat yeni yönetimiyle CHP’den de daha etkili bir dengeleme aracı olarak yararlanılacaktır.”

Genel seçimler öncesinde bütünlüğü içinde incelenmesini okurlarımıza özellikle önerdiğimiz bu değerlendirmeden son olarak da emperyalizmin ve büyük burjuvazinin MHP konusundaki tutumuna ilişkin pasajları aktaralım. Bugünkü koşullarda CHP-MHP koalisyonuna dayalı bir hükümet alternatifinin düzenin iç ve dış efendileri tarafından hiçbir biçimde istenmediğine ilişkin tespit, sözkonusu değerlendirmede şöyle gerekçelendiriliyor: “Bundan da önemli olanı, düzenin efendilerinin bugünkü öncelikli gündemleridir ve bunların çözümünde MHP’nin olanaktan çok engel olarak görülmesidir. İçerde Kürt açılımı ve dışarda Kıbrıs, Güney Kürdistan ve Ermenistan açılımları kudurgan şovenizmin geri plana itilmesini, milliyetçi tutum ve söylemlerin yumuşatılmasını, buna ilişkin kırmızı çizgilerin değiştirilmesini gerektirmektedir. Oysa bunlar MHP’nin asli varlık zemini ve siyasal beslenme kaynaklarıdır. MHP ‘açılımlar’a uyum sağlarsa varlık nedeniyle çelişir ve siyaseten kendini tüketir. Karşı çıktığında ise, ki halihazırdaki politikası budur, bu durumda kendisine bugünün koşullarında muhtemel hükümet oluşumlarının bir parçası olmak şansı tanınmaz. Nitekim tanınmıyor da. Referandum sonuçları üzerinden özellikle hırpalanmasının gerisinde de bu var. Bu MHP’nin gözden çıkarıldığı değil fakat bugünün öncelikli sorun ve ihtiyaçları karşısında geri plana itildiği anlamına gelir. Kuşkusuz koşulların değişmesi ve yeni ihtiyaçların (örneğin tehdit edici bir sosyal hareketliliğin) ortaya çıkması durumunda yeniden önplana çıkarılmak üzere.”

Seçimler sonrasının en önemli gündemlerinden birinin yeni bir anayasa olduğu konusunda düzen siyasetinin hemen tüm kesimleri birleşiyorlar. Sorun bunun nasıl bir anayasa olacağında odaklanıyor. Bu, büyük ölçüde seçimlerin ardından parlamentoda oluşacak yeni güç dengesi tarafından belirleyecektir. İşbirlikçi büyük burjuvazi yeni bir anayasayı, toplum nezdinde tüm meşruiyetini yitirmiş faşist 12 Eylül anayasasının yükünden kurtulmak, yeni anayasayı bir demokratikleşme adımı olarak sunmak, böylece rejimin siyasal-hukuksal meşruiyetini yenilemek ve güçlendirmek, yanısıra da, Kürt sorununu yatıştırmaya ve denetim altına almaya yönelik bazı yeni düzenlemeler gerçekleştirmek bakımından gerekli görüyor. AKP eksenli dinsel gericilik cephesi yeni bir anayasaya, büyük burjuvazinin bu hedeflerinin ötesinde, son dokuz yılda elde ettiği siyasal ve toplumsal güç ve kazanımlara hukuki bir biçim vermek, bunu anayasal düzeyde pekiştirmek ve bu arada yeni anayasal düzenlemeler yoluyla kendine yeni güç ve etki alanları açmak için ihtiyaç duyuyor. Düzen muhalefetiyse yeni anayasa konusunda bir yandan büyük burjuvazinin hedefleriyle uyumlu hareket ederken, öte yandan da AKP eksenli gericilik cephesini bu alanda da dizginlemeyi ve dengelemeyi amaçlıyor.

İmralı'dan beri Kürt sorununun çözümünü mevcut burjuva cumhuriyeti kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmek çerçevesinde ele alan ve böylece onu anayasal bir çözüme bağlayan Kürt hareketinin de gündemdeki seçimlerin ardından gündeme gelecek yeni anayasa konusunda önemli beklentileri olduğu biliniyor. Fakat sürecin halihazırdaki seyri buna ilişkin umutların bir kez daha karşılıksız kalacağını gösteriyor.

 

Seçimler ve Kürt sorunu

Kürt sorunu halen Türkiye'nin gündemindeki en önemli ve çözümünü gitgide daha çok dayatan bir yakıcı sorun olarak duruyor. Kürt ulusal hareketinin bu çerçevede seçim sonrasına endeksli büyük umutları vardı ve bunlar bir dizi etkenden besleniyordu. Bunlardan ilki, devletin “Kürt açılımı” ile başlayan süreç, yani emperyalizmin ve büyük burjuvazinin sorunun belli tavizlerle denetim altına alınmasına ilişkin olarak sergiledikleri tutumdu. İkincisi, AKP'nin seçim öncesi dönemde çatışmanın getireceği yıpranmadan kurtulmak üzere giriştiği manevralar, bu çerçevede Abdullah Öcalan ile İmralı'da sürdürülen gizli ve mahiyeti tümüyle belirsiz görüşmelerdi. Üçüncüsü ve en önemlisi ise, ilk ikisinin de kolaylaştırdığı zemin üzerinde, Kürt hareketinin özellikle son birkaç yılda kazandığı yeni politik ve moral güçtür.

Seçimleri izleyen yeni dönemde Kürt sorununa ilişkin tavizleri de içerecek yeni bir anayasa beklentisiyle de birleşen ve somutlanan bu umutlar, yazık ki daha şimdiden kırılmaya başlamıştır. Abdullah Öcalan'ın son açıklamaları bunu göstermektedir ve ABD ile yeni bir kirli mutabakat çerçevesinde daha önce sözünü ettiğimiz gelişmeler bunu doğrulamaktadır. İmralı görüşmeleri başladığından beri Abdullah Öcalan'ın aydan aya, hatta haftadan haftaya değişebilen, birbiriyle çelişebilen açıklamaları olduğu bir gerçek olsa bile, seçimler yaklaştıkça AKP'deki söylem ve davranış değişikliklerinin ciddi işaretler olduğu da yeterince açıktır. Son bir yılda özellikle güçlenen umutların şu son zamanlarda karşı karşıya kaldığı bu akibet, yazık ki devletin sözde Kürt açılımının başlangıcında yaptığımız değerlendirmeyi bir kez daha doğrulamaktadır. (Bkz., Devletin Kürt Açılımı, Ekim, sayı: 259, Ekim 2009).

Kürt hareketi halen güçlü ve kararlı bir halk hareketine dayanmaktadır. Kürt halk kitleleri ulusal özgürlük ve eşitlik istemekte, bunun gerektirdiği bedelleri ödemekten geri durmadıklarını da mücadele içinde döne döne göstermektedirler. Fakat bütün bunlara, uğruna büyük bedeller ödenen bu istemlerin bugünkü düzen içinde ve sonuçta barışçıl görüşmeler yoluyla, dolayısıyla anayasal bir çözüm sayesinde elde edilebileceği yanılsaması eşlik etmektedir. Kürt hareketinin istemleri İmralı sürecinin başlangıç evresindeki sınırlarda olsaydı, ABD'nin Kürt politikasının “Kürt açılımı” üzerinden gündemde olduğu bir sırada bunun bir karşılığı da olurdu. Oysa Kürt halkı yatıştırıcı tavizler değil fakat ulusal özgürlük ve eşitlik istemekte, Kürt hareketi de gelinen yerde buna yönelik istemlerle hareket etmekte, bunları bölgesel özerklik projesinde somutlamaktadır. Sorunu kilitleyen ve devleti Kürt hareketini tasfiye politikasında ısrar etmeye götüren açmaz da işte budur.

Sözde açılımın daha ilk adımında bu açmazı şöyle formüle etmiştik: “(Kürt hareketinin) tutarsızlığı, bir yandan düzenle barışma çizgisi izlerken, öte yandan gerçekte ancak o aynı düzenin aşılması ile elde edilebilecek bir ulusal istemler bütünüyle hareket etmesindedir. Bu halen Kürt hareketinin akıl almaz çelişkisidir. Devrimle elde edilebilir olanı kurulu düzenle pazarlıkların ürünü anayasal reformlarla elde edebileceğini sanmak, ham hayallerle oyalanmaktır. Kürt hareketi tutarlı olmak istiyorsa iki şeyden birini seçmek zorundadır. Ya ulusal eşitliğe dayalı siyasal istemlerden vazgeçmeli, ya da bunun gerici burjuva düzeni ile pazarlıklarla, dolayısıyla anayasal reformlarla elde edilebileceği hayalinden. İkisinden de vazgeçmemek, bir çıkmaza saplanıp kalmakla aynı anlama gelmektedir.” (Devletin Kürt Açılımı, Ekim, sayı: 259, Ekim 2009)

Gündemdeki seçimlerin Kürt sorununu ilgilendiren iki yönü var. Bunlardan ilki Kürt hareketinin Kürt halk kitlelerinin desteğine sahip bulunduğunu önemli bir seçmen desteği üzerinden bir kez daha kanıtlamak ve bunu parlamentoda nispeten güçlü bir grupla birleştirmektir. 12 Haziran seçimlerinde bu başarının elde edileceği konusunda bir kuşku yoktur. Nispeten güçlü bir parlamento grubunun Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine yeni bir güç kazandıracağına da. Özellikle son iki yılda DTP grubunun sergilediği kararlı, ulusal çizgide tutarlı ve militan tutum, parlamenter etkinliğin parlamento dışı mücadeleye tabi kılınması ve bunda önemli bir başarı gösterilmesi, bunun bir göstergesi ve güvencesidir.

Genel seçimlerin Kürt sorunu kapsamındaki ikinci önemli yönü ise, seçimlerin ardından gündeme gelecek yeni anayasa sorunu ve Kürt hareketinin buna ilişkin beklentileridir. AKP hükümeti bu beklentiyi bugüne kadar sistemli biçimde besledi ve böylece silahlı çatışmanın yaratabileceği yıpratıcı etkiden kendini korumaya çalıştı. İmralı'daki görüşmelerse bunu özellikle kolaylaştırdı. AKP bunu yararını referandum sürecinde fazlasıyla gördü ve pompaladığı umutlarla gündemdeki seçim sürecini de güvenceye aldı. Fakat tam da seçimlere kısa bir süre kala gündeme gelen yeni söylemler ve buna eşlik eden uygulamalar, oluşan iyimser tabloyu bir anda tersyüz etti.

Abdullah Öcalan'ın yaptığı son açıklamalar, gelinen yerdeki tabloyu ortaya koymaktadır: “Bir tasfiye politikası devrededir. Böyle düşünüyorum. Tasfiye derinleştiriliyor. Bir tasfiye politikası devrede, benim üzerimden bir oyalama geliştiriyor olabilirler...”. “Biz aslında demokratik anayasal çözümle sonuca gitmeye çalıştık, yumuşak bir geçiş yapmak için elimizden geleni yaptık. Fakat karşımızda çözüm için muhatap bulamıyoruz. Demokratik anayasal çözüm çabamıza askeri-siyasi operasyonlarla, tasfiyeyle cevap veriliyor.”

Bu açıklamaları izleyen günlerde durum daha da kötüleşti ve gelinen yerde iş bir karşılıklı meydan okumaya varmış durumda. Can alıcı sorun bu durumda Kürt hareketinin nasıl bir çizgi izleyeceğidir. Öcalan son görüşmesinde durumu “15 Haziran'dan sonra ya müzakere, ya kıyamet!” biçiminde özetliyor. Bu sözlerden bir direnme kararlılığı yansısa bile izlenecek çizgi konusunda bir açıklık yok. Kıyamet “savaşın derinleştirilmesi” olacaksa, bu bir kısır döngünün yeni bir tekrarından başka bir şey olmayacaktır. Yok eğer devrime yönelmek ve bunun için de Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle kader birliği yapmaksa, bu da bunun gerektirdiği stratejik bir çizgi değişikliği ile olanaklı olabilir ancak.

Şu günlerde toplanan Demokratik Toplum Kongresi yayınladığı sonuç bildirgesinde, AKP şahsında devletin muhatap olmaktan çıktığını vurgulamakta ve şunları söylemektedir: “Kongremiz halkımızın direnişinin her türlü tasfiye ve yönelimi boşa çıkaracağını ve halkımızı özgürleştireceğini değerlendirmiştir. Bu kararlaşma düzeyini sahiplenen kongremiz kardeş Türkiye halklarına muhataplık çağrısını yinelemektedir. Muhataplığını yitiren AKP ile geliştirilecek bir sürecin olmadığı bilinciyle Türkiye halklarından kendi muhatabını geliştirme noktasında tarihsel rolünü oynama çağrısı yapmaktadır.”

Kuşkusuz mazlum Kürt halkının biricik gerçek muhatabı Türkiye halklarıdır. Fakat halkların kader ve çıkar birliği ancak ve yalnızca devrim üzerinden, buna yönelen stratejik çizgi üzerinden bir anlam ve gerçeklik kazanabilir. Kürt hareketi samimi çağrısını bu tür bir yönelimle birleştirmediği sürece bunun herhangi bir sonucu olmayacaktır. Bu yıl dünyanın en kalabalık, en coşkulu, politik düzeyi en yüksek 1 Mayıs kutlamaları İstanbul'da gerçekleşti. İstanbul 1 Mayıs kutlamaları, öteki şeylerin yanında, Kürt sorununun gerçek özgürlüğe ve tam eşitliğe dayalı çözümünün de sembolik ama son derece anlamlı işaretlerini verdi. Taksim 1 Mayıs alanının toplam tablosu, Kürt, Türk ve öteki milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ve gençlerin “özgürlük, eşitlik ve gönüllü birlik” içinde kucaklaşmalarının bir özeti idi. Bu, devrimin çözüm programıdır. Bu, Türkiye'de devrim ve sosyalizm ile özdeşleşmiş 1 Mayıs'ın en anlamlı mesajlarından biridir. Bu, Kürt sorununun bugünkü açmazdan nasıl çıkabileceği sorusuna da en anlamlı yanıttır.

 

1 Mayıs, sol hareket ve seçimler

Bu yılın 1 Mayıs'ı hemen tüm büyük kentlerde, ama özellikle de İstanbul'da, görkemli kutlamalara konu oldu. Katılım, coşku, politik atmosfer vb. üzerinden 1 Mayıs kutlamalarının toplam tablosu, toplumsal mücadelenin ve sol hareketin en zayıf bir döneminde bile, Türkiye topraklarındaki devrimci birikimin ve olanakların bir göstergesiydi adeta. Biz komünistler bundan, bunun böyle olduğundan hiçbir zaman kuşku duymadık. Her zaman bunun derinden bilinci içinde olduk ve görevlerimize de bu bilinç ışığında yaklaştık. TKİP III. Kongresi Bildirisi'nin şu sözleri bu bilincin, bundan beslenen devrimci iyimserliğin bir ifadesi olmuştu: “Her biçimi ile burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir...” Bu devrimci iyimserliği Tekel, Çelmer, Bericap, Casper, Konak Belediye, BAT ve Ontex işçilerinin direnci kadar 1 Mayıs alanlarının büyük kalabalıkları, 1 Mayıslar’ın bitmeyen coşkusu ve mücadele kararlılığı da doğruluyor.

Ama işte böyle bir ülkede solun geniş kesimleri devrime değil işin özünde anayasal reformlara endeksli bir çizgide durmaktadırlar. Mevcut devrimci potansiyelin en büyük handikapı da budur. Her türüyle reformist akımlar Türkiye'nin devrimci birikimini ve olanaklarını düzen kanalları içinde heder etmekte birbirleriyle yarışıyorlar. Seçim dönemleri, bu vesileyle ortaya konulan politikalar, izlenen çizgi ve açıklanan bildirgeler, bunun en dolaysız bir göstergesidir. 1970'li yıllarda, Türkiye'nin bu en görkemli ve kapsamlı devrimci yükseliş döneminde, kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde “demokratikleştirme” programı devrime karşıt bir programdı ve reformist ya da revizyonist olmanın en dolaysız bir göstergesi idi. Oysa bugün bu program solun geniş kesimlerinin olağan ortak programıdır. Seçim dönemlerindeyse daha da geniş kesimlerinin. Kürt hareketi eksenli olarak kurulan seçim blokları, ideolojik ve ilkesel sorunlarda zayıf ya da sallantılı tüm kesimleri bir mıknatıs gibi kendine çekmekte, “toplumu demokratikleştirme” çizgisinde birleştirmekte, seçim başarıları ve parlamenter heveslerle sersemletmektedir. Komünistler ve birkaç devrimci grup hariç bunun dışında kalanlar ya “seçilebilir yer” beklentisine karşılık bulamayanlar, ya da TKP örneğinde olduğu gibi Kürt sorununda sosyal-şoven bir çizgide hareket edenlerdir.

Bu seçimlerde de tablo aşağı yukarı budur. Denebilir ki her şey son on yıldaki dört seçimin yeni bir tekrarından ibarettir. Tercihler, söylemler, hatta ilke yoksunluğunun ifadesi kaba tutarsızlıklar bile neredeyse aynı biçimde tezahür etmiştir. Son ana kadar “blok” içinde görünenler bir anda dışına çıkmış, dışında olanlar ise son anda dahil olabilmişlerdir. Herşey üstelik neredeyse aynı biçimler içinde yeni bir tekrarın ifadesi olduğu için ve tüm bunlar da bundan önceki seçimler vesilesiyle enine boyuna yeterince irdelenip ortaya konulduğu için, burada devrimci eleştirinin yeni bir tekrarı artık gerçekten gereksizdir. Sonuçta bir yararı da yoktur. Zira sözkonusu tutumlar yanılgının değil fakat köklü bir konum ve kimlik değişiminin ürünü tümüyle bilinçli bir tercihin göstergesidirler.

Şu sözler son yerel seçimler dönemine ait, ama bugünü de en iyi biçimde özetlemektedir: “...burjuva düzen koşulları altındaki her devrimci seçim çalışmasının olmazsa olmaz iki temel koşulu vardır. İlkin, seçimleri vesile ederek kurulu düzenin karşısına onu cepheden hedef alan ve mahkum eden açık bir devrimci programla çıkmak; ikinci olarak, bizzat seçimlerin kendisinden seçimlerin ve burjuva temsili kurumların açık ve etkili teşhiri için en iyi biçimde yararlanmak. “Birlikte Başarabiliriz Platformu” adı altında bir araya gelenler, genel olarak devrimci olmanın ve seçimlere devrimci bir konumda katılmanın, ondan devrimci amaçlarla yararlanmanın bu temel önemde, bu olmazsa olmaz iki koşulundan tümüyle uzak kalmışlardır. Bu olgu, Platformu oluşturanların devrimci olmadıklarının, gündemlerinde devrim diye bir sorun bulunmadığının, kitlelerin bilincini devrimci stratejik amaçlar doğrultusunda geliştirmenin onları hiç de ilgilendirmediğinin en tam, ne dolaysız bir göstergesidir. Platformu oluşturanların seçim bildirgelerine, çalışmalarına ve söylemlerine yakından bakınız, klasik anlamda bir sosyal-demokrat akımlar toplamı görürsünüz...” (Parti Değerlendirmeleri-3, Eksen Yayıncılık, s.329-30)

Solun önemli bir kesiminin, özellikle de yeni “blok” içinde yer alan ya da dışardan ona yedeklenenlerin seçim politikalarını alıp irdeleseniz, söyleyebileceklerinizin özü ve esası yukarıdakilerden farklı olmayacaktır.

***

TKİP, burjuva düzen koşulları altında seçimler, parlamento ve genel olarak burjuva temsili kurumlar konusunda açık bir görüşe, ilkesel ve ideolojik açıdan sağlam bir tutuma sahiptir. Bu alanda uzun yılların ürünü düşünsel bir birikimin ve pratik bir deneyimin temsilcisidir. TKİP gündemdeki seçimlere de bu birikimin ve deneyimin sağladığı açıklıklar üzerinden ve etkin bir pratik çalışma ile katılmaktadır. Bu çerçevede yeni olan, bunun bağımsız adaylar olmaksızın yapılmasıdır. Devletin bağımsız adaylar için şart koştuğu ağır haraç yükünü ödemeyi reddeden partimiz, etkin bir seçim çalışmasının bağımsız adaylar olmaksızın da yürütülebileceğini gösterecektir.

Bu çerçevede TKİP, bu seçimlerde, bilinçli işçileri ve emekçileri, devrime ve sosyalizme ilişkin tercihlerini bağımsız adaylar üzerinden değil fakat devrimci pusulalarla sandığı gitmek üzerinden ortaya koymaya çağırmaktadır.

Komünistlerin seçim kampanyasını temel amacı, partinin devrimci propaganda ve ajitasyonunu normal dönemlerle kıyaslanamaz ölçüde güçlendirmek, kitleleri, özellikle de işçi kitlelerini devrimci açıdan aydınlatmak, parti programını tanıtmak, onun döneme uyarlanmış stratejik ve taktik istem ve şiarlarını kitleler içinde yaymaktır. Her zaman olduğu gibi bu seçimlerde de partinin seçim çalışmasının asıl amacı budur ve başarısının temel ölçüsü de bu olacaktır.

EKİM


Üste