Logo

Hücre saldırısı ve yeni zindan direnişi


 

Hücre saldırısı ve yeni zindan direnişi

 

Hücre karşıtı mücadelenin yeni bir evresine girmiş bulunmaktayız. Devrimci tutsaklar ileriki bir aşamada Ölüm Orucu’na dönüştürülecek Süresiz Açlık Grevi eylemine başlamak üzereler. Eyleme başlama tarihi 20 Ekim olarak saptanmış durumda. Girmiş bulunduğumuz yeni evre bu büyük direniş eylemiyle karakterize olacak, sonuçları onun tarafından belirlenecektir.

Hücre saldırısının ve hücre karşıtı mücadelenin Ulucanlar katliamını izleyen son bir yıllık toplam seyri ve son iki aylık özel evresi, devrimci tutsakların artık bu tür çıkış yapmasını bir ihtiyaç olduğu kadar zorunluluk haline de getirmişti.

Ulucanlar katliamıyla başlayan ve Burdur vahşetine varan süreç, hücre karşıtı mücadelenin Burdur saldırısı ertesinde ulaştığı önemli gelişme düzeyi, bu aşamada devletin itildiği savunma konumu vb., tüm bunlar genel planda yeterince tartışılmış ve parti basınımızda da yeterli açıklık ve genişlikte döne döne işlenmiştir. Bu nedenle, burada daha çok şu son birkaç ayın gelişmeleri üzerinde durmak, bu yakın sürecin zindan cephesinden devrimci bir çıkışı neden bir ihtiyaç olduğu kadar bir zorunluluk haline de getirdiğini ortaya koymak durumundayız.

Hazırlanan manevralar ve sürmekte
olan saldırılar

Öncelikle herhangi bir özel tahlil gerektirmeyen, çıplak gözle görülebilecek bir açıklıkta önümüzde duran kaba bir gerçeğin altını çizerek başlayalım. Burdur vahşeti sonrasında politik açıdan savunmaya itilen devletin, pratik açıdan herhangi bir geri adımı sözkonusu değildir. Tersine, devlet o günden beri genel bir saldırıya yönelik hazırlık ve manevralarını bütün hızıyla sürdürdüğü gibi, birçok cezaevinde sistematik hak gaspları da birbirini izlemektedir. Devletin Burdur vahşeti sonrasında teşhir olması ve savunma konumuna düşmesi olgusu bazı çevrelerde tehlikeli yanılgılara yolaçmış bulunduğu için, bu gerçeğin altını çizmek burada özellikle gereklidir.

Önce son birkaç ayın pratik seyrine kabaca bakalım. Bergama saldırısının ardından Buca’da ağır bir fiili durum yaratılmıştır ve bu haftalardır sürmektedir. Cezaevlerinde ve dışarıda buna karşı anlamlı bir tepkinin yükseltilememesi, pervasızlığı daha da artırmaktadır. Birçok başka cezaevinde ise, sürekli saldırı ve provokasyonlarla bir taraftan haklar gaspedilirken, öte taraftan yıldırıcı bir hava yaratılmaya, bir moral üstünlük durumu elde edilmeye çalışılmaktadır. Ve bu arada, yeterinci ilgi görmeyen, fakat politik anlamı son derece önemli bir gelişme daha yaşanmıştır. İlgili cezaevindeki PKK’lı tutsakların yakın günlerdeki açıklamasına göre, Erzurum Cezaevi’nde hücre uygulamasına resmen geçilmiş bulunmaktadır. Yakında bunu Elazığ ve başka cezaevlerinin izleyeceği de, aynı açıklamalarda yer almaktadır. Ulucanlar’ı önceleyen süreçte iki devrimci tutsağın Eskişehir hücrelerine götürülmesi karşısında gösterilen politik hassasiyet gözönüne alındığında, Erzurum üzerinden başlatılan uygulamanın politik anlamı ve sonuçları çok daha iyi görülebilecektir.

Bütün bunlara paralel olarak, hücre saldırısıyla ne yapmak istediği açığa çıkarıldığı ölçüde savunmaya itilen devletin bu konumdan kurtulmak için giriştiği manevralar, buna yönelik girişim ve hazırlıklar da aynı hızla sürmektedir. Hücre karşıtı muhalefeti şaşırtmayı, tereddüte düşürmeyi ve bölmeyi, mümkün mertebe yeniden devrimci tabana doğru daraltmayı amaçlayan bu manevralar, meclis çalışmalarıyla birlikte bir karşı saldırı olarak gündeme getirilecektir.

Ve en kritik noktaya geliyoruz. Burdur vahşeti sonrasında önemli bir güce, dinamizme ve özgüvene kavuşan hücre karşıtı muhalefet ise, bu aynı süre içerisinde günden güne aktivitesini yitirmiş, gelinen aşamada belirsiz bir bekleyişe sürüklenmiştir. Devrimci akımların ve tutsak yakınlarının tüm çabalarına rağmen, bu durum halen de kırılamamaktadır. Ulucanlar vahşetinin yıldönümünde bile bunun kırılamaması, ortadaki tablonun “olağan” değil fakat bir zaafiyet durumunu yansıttığını göstermektedir.

Strateji-taktik, savaş-muhabere vb. kategoriler üzerinden konuşup yazmaya pek meraklı bazı çevreler, son birkaç aylık gelişmelerin bu kaba tablosunu, “savaşın karmaşık seyri” içinde yaşanan “olağan” durumlar saymaya özel bir eğilim gösteriyorlar. Burada bir samimiyetsizlik yoksa eğer, bu tür değerlendirmelerle gerçekte ve yalnızca kendi kendilerini aldatmış oluyorlar.

Zorlu bir mücadele elbette düz bir çizgi değil, fakat karmaşık bir seyir izler. Bunu unutmamak mücadeleye sabır, soluk ve esneklik kazandırmakla kalmaz, isabetli taktikler ve tutumlar izleme olanağı da sağlar. Fakat bu diyalektik düşünce tarzının bir başka temel kuralı daha var; buna göre, gerçek her zaman somuttur. Ortada çıplak gözle bile görülebilir bir somut durum varken, bir takım genel kategorilerilerle oynayarak, bunu somut gerçeğe gözlerini kapamanın olanağı haline getirmenin anlaşılır bir mantığı olabilir mi?

Böylelerine durumu bir parça anlatabilmek için, biz de biraz o çok eğilim duyulan “savaş dili”ne başvurmak yolunu seçelim. Savaşta düşman karşısında kazanılan bir üstünlük, ya ona karşı yeni bir saldırının dayanağı olarak kullanılır, ya da gelecekte hazırlanılacak bu türden bir saldırının önemli bir mevzisi olarak korunup sağlamlaştırılır. Burdur vahşeti sonrasında elde edilen üstünlüğe bakıldığında, devrim cephesi olarak bu iki açıdan da başarısız kaldığımızı kabul etmek zorundayız. Elde edilen üstünlüğü hücre saldırısını püskürtmenin yeni bir imkanı ve dayanağına dönüştürmekte başarılı olamadığımız gibi, edilgen bir bekleyiş içerisinde düşmanımıza kendini toparlaması, yeni manevra ve saldırılarını serbestçe hazırlaması için akıl almaz bir kolaylık da sağlıyoruz. Bununla da kalmıyoruz, bu arada, Buca örneğindeki türden pervasızlıkları, birçok başka cezaevindeki ardı arkası kesilmeyen hak gasplarını aşırı bir “sabır”la karşılıyoruz. Ve bunun düşmana yeni bir moral güç ve saldırı inisiyatifi kazandırdığını görmezlikten ve anlamazlıktan geliyoruz. Dahası, böyle işleyen bir sürecin, kendi saflarımızda ve destek güçlerimiz içerisinde, bir duyarlılık, toparlanma ve aktifleşmeye değil, tam tersine, bir belirsizliğe, yer yer ciddi kafa karışıklığına ve özellikle de destek güçler arasında tereddüt, yalpalama ve kanıksamalara yolaçtığını bilmezlikten geliyoruz.

Zindan cephesindeki çatışmanın
kendine özgü karakteri

Kendilerini belki masum ama o ölçüde tehlikeli yanılgılara mahkum edenlerin en temel yanlışlarından biri, devletle devrimciler arasında zindan cephesinde gündeme gelen çatışmanın, bu çerçevede hücre saldırısının, kendine özgü karakterini gözden kaçırmaktır. Genel bir politik yaklaşımla, demek oluyor ki nihai politik amaçları ve sonuçları açısından ele alındığında, zindanlarda devrimcilerin teslim alınmak istenmesi elbette ki dışardaki toplumsal muhalefetin teslim alınması amacına yöneliktir. Bu gerçeğin kitlelere anlatılması ve propaganda edilmesi, bu sayede ilgi ve desteklerinin uyarılması, böylece hücre karşıtı mücadeleye kazanılmaları, elbette özel bir önem taşımaktadır. Fakat biz bunu alır, mevcut çatışmaya “kitle hareketi diyalektiği” kategorilerini uygulamanın bir dayanağına çevirirsek, (üstelik kitle hareketinin oldukça geri ve parçalı bir çizgide seyrettiği, kendilerine yönelik en hayati saldırılar karşısında bile kietlelerin anlamlı bir varlık ortaya koyamadığı bir evrede), bir kez daha kendi kendimizi aldatmış oluruz.

Kendimizi aldatmayalım; Türkiye’nin bugünkü siyasal koşullarında, sınıf mücadelesinin ve kitle hareketinin bugünkü gelişme düzeyinde, zindan cephesindeki çatışmada sürükleyici ve tayin edici kuvvetler, devrimin ve karşı-devrimin öncü kuvvetleridir. En somut biçimde bakıldığında, bir tarafta boyun eğdirilmek istenen devrimciler, öte tarafta boyun eğdirmek isteyen devlet durmaktadır. Elbette ki bu çatışmada taraflar sonuca, kitlelerin ve kritik anlarda onların duyarlılığı altında hareket edebilen kamuoyunun desteğini alabildikleri ölçüde yürüyebileceklerdir. Ama işte bu desteği alabilmek için de devrimciler kendi cephelerinden tok, kararlı ve boyun eğmez davranmalıdırlar. Zira ancak böyle davranabildikleri ölçüde, devletin saldırıları karşısında inisiyatifi ele alıp gerektiğinde yeni sarsıcı çıkışlar sergileyebildikleri ölçüde, başarılı olabileceklerdir.

Elbette böyle olduğuna kimsenin kuşkusu yok, bu kadarını herkes paylaşmakta, görünürde kendince buna uygun da davranmaktadır. Fakat son bir kaç ayın kritik gelişmeleri üzerinden baktığımızda, durum gerçekten tam böyle midir, bu çok tartışma götürür.

En haksız ve vahşi bir saldırının ardından, maskesinin düştüğü ve politik açıdan tecrit olduğu böyle bir durum sonrasında bile, devletin ardı arkası kesilmeyen saldırılarına karşı büyük ölçüde sessiz ve hareketsiz kalan bir devrim cephesi tablosunun etkilerini somut olarak görebilmek için, son ikibuçuk aylık tabloya biraz yakından ve somut olarak bakmak yeterlidir. Bunun, sert bir çatışmanın ardından “tarafların geri çekilmesi ve karşılıklı bir bekleyiş içerisine girmesi” gibi bir durumla yakından uzaktan bir alakası var mıdır? Sorunu böyle sunmak kendini aldatmak değilse nedir?

Tersine, taraflardan biri, ötekinin rehavetinden ve belirsiz bekleyişinden de en iyi bir biçimde yararlanarak, bir yandan saldırıyı rötuşlama ve böylece kabul edilebilir kılma manevralarını rahatça ve hummalı bir biçimde sürdürürken, öte yandan hücre saldırısının hayata geçirilmesinin temel bir basamağı olan “Üçlü Protokol” çerçevesinde pervasızca fiili durumlar yaratmakta, peşpeşe haklar gaspetmektedir. Ve bu aynı süre içerisinde, taraflardan öteki, bu hazırlıkları ve manevraları bozacak, sonu gelmeyen fiili saldırılara bir parça gem vuracak herhangi bir çıkış yapamamıştır, durum bu minvalde sürse yapacak gibi de görünmemektedir.

Devrimci tutsakların kararlılığının
belirleyici önemi

Biz bu sorunun çok özel önemine, tam da hücre karşıtı muhalefetin en ileri bir düzeye ulaştığı bir sırada, Burdur vahşetinin hemen sonrasında en açık bir biçimde işaret etmiştik. “Başarıya ulaşabilmenin bazı zorunlu önkoşullarını” sıralarken, ilk ve en temel önkoşula ilişkin olarak şunları söylemiştik:

“En temel önkoşul, zindanlardaki devrimcilerin, hücrelere girmeme ve buna karşı ne pahasına olursa olsun direnme kararlılığını en ufak bir zaaf belirtisi göstermeksizin sürdürmeleridir. Saldırı kuşkusuz dışardaki mücadelenin gücü ve etkisi ölçüsünde püskürtülebilecektir. Fakat dışardaki mücadelenin gücü ve etkisi ise, doğrudan içerdeki devrimci kararlılığa bağlıdır, bu bir an bile unutulmamalıdır. Ulucanlar’daki ve Burdur’daki ölümüne direnişler olmasaydı, bugün dışarıda ulaşılan güç ve etki de yaratılamazdı.

“Devletin bu kararlılık karşısında yalnızca iki seçeneği var. Ya çaresizlik, ya katliam! İkincisinin neyi ne kadar çözeceği de Ulucanlar ve Burdur’da somut olarak görülmüştür. Her iki vahşi saldırı da siyasal sonuçları bakımından ters tepmiş, devletin ayağına dolanmış, devletin teşhirine ve belli bakımlardan geri çekilmesine neden olmuştur. Bundan çıkan sonuç, devletin vahşete başvurmasının da belli sınırları olduğu gerçeğidir.

“Devrimci tutsakların büyük bir titizlik ve hayatiyetle gözönünde bulundurması gereken temel nokta şudur: İçerden yansıyacak ve zayıflık ya da zaaf olarak anlaşılabilecek en ufak bir belirti, dışardaki desteği de zaafa uğratır ve saldırıyı püskürtmenin bedelini kat kat arttırır. Bu sorunu, taşıdığı çok özel önemden dolayı ve dışarıda büyüyen desteğin içerde en ufak bir rehavete yol açmaması gerektiğini vurgulamak için hatırlatmış oluyoruz.” (Ekim, sayı: 217 Ağustos ‘00, Başyazı)

İçinde bulunduğumuz evrede, zindan eksenli çatışmanın bu kendine özgü karakteri konusunda herhangi bir tartışma olamaz. Buna, bu çok açık gerçeğe rağmen, gelinen yerde samimiyetleri artık çok tartışmalı başka birileri de, kalkıp ciddi ciddi, sürmekte olan “bu yeni muharebede de, ‘sokak’ bir kaç adım önde olmayı sürdürmelidir” buyuruyorlar. “Sokak”ın dili olsa, böylelerine “emriniz olur!” diyecektir herhalde.

Ortada gerçekten “sokak”ın, normal ifadeyle hücre karşıtı toplumsal muhalefetin bir adım ilerde olduğu bir olgusal durum olsaydı, kuşkusuz sorun kalmazdı ve bu pek arzu edilir bir durum olurdu. Fakat böyle bir durumun gerçekten varlığı ile, gerçekte olmayan bir durumun böyle olması gerektiğine ilişkin subjektif telkinler, tümüyle iki ayrı şeydir. İlk durumda, bir adım önde olan toplumsal muhalefetin birkaç adım daha öne geçmesi için gerekli çabaya yoğunlaşmak gerekirdi. Fakat gerçek durumun bu olmadığı, tersine, hücre karşıtı muhalefetin bir durgunluğa ve belirsizliğe sürüklendiği, “sokağın” ise bir kez daha bir avuç tutsak yakınından ibaret kaldığı bir sırada, “savaş” ve “muharebe” türünden pek süslü ve çekici, ama aynı ölçüde içi boş sözlerin içine sıkıştırılmış temennilerin herhangi bir kıymeti harbiyesi olamaz. Bu, kaba gerçeklerden ve yakıcı sorumluluklardan kaçmaktan başka bir şey değildir.

Devletin harıl harıl saldırı hazırlıklarını sürdürdüğü bir sırada, bu kolay ve engelsiz gidişin boşa çıkarılması için gerekli çıkışı yapmak bugünün en acil görevidir. Dışardaki hücre karşıtı muhalefetin bugün yapma gücünden yoksun olduğu bu tür bir çıkışı içerden devrimci tutsaklar yapabilir, yapmaları gerekir ve yapmak zorundadırlar. Bu, zindanlarda 20 yıllık bir mücadele birikimi ve direniş geleneğinin olduğu kadar, devletin bu çok tehlikeli saldırısının mutlak biçimde püskürtülmesi zorunluluğunun da onların omuzlarına yüklediği temel önemde bir sorumluluktur. Bu çerçevede, bugün zindanlarda başlamakta olan büyük direniş dalgası, mevcut engelsiz ve tehlikeli gidişe karşı devrim cephesinden yapılmış anlamlı bir çıkıştır. Bunun hücre karşıtı tepkileri yeniden ve yeni bir kuvvetle nasıl uyaracağı da çok geçmeden bütün açıklığıyla görülecektir.

Devrimci cephede birlik zaafiyeti

Şu ana kadar söylediklerimiz, mevcut durumun değerlendirilmesi ve buna karşı alınacak tutumun belirlenmesi noktasında, devrimci akımlar arasında halihazırda bir görüş birliği olmadığını kendiliğinden ortaya koymaktadır. Doğal olarak bu, zindanlarda başlamakta olan direnişin tüm devrimci yapıları henüz kapsamadığı anlamına da gelmektedir. Kuşkusuz bu, hücre karşıtı mücadele ve muhalefet için önemli bir zaafiyet noktasıdır.

Ayrıntılarına girmenin yeri burası değil, fakat çok yeni de sayılmamalıdır bu durum. Öncesi bir yana, Ulucanlar’ı izleyen süreçten beri partimizin ve tutsak yoldaşlarımızın bu konuda çok ciddi kaygıları olagelmiştir. Tutsak yoldaşlarımız bunu bir çok kez eleştirel değerlendirme olarak ortaya koymuş, yayınlanmak üzere partiye de iletmişlerdir. Fakat partimiz, hücre karşıtı mücadelede zaafiyete yolaçmamak kaygısıyla, bu sorunların kamuoyu önünde tartışılmasından son bir yıldır özenle kaçınmıştır. Gelişmelerin de yardımıyla iç tartışma ve eleştiri süreçleri içinde bu görüş ayrılıklarının giderilebileceği umulmuştur. Fakat bugüne kadar bunda başarılı olunamadığı ve gelinen aşamada sorunun, görüş ayrılığı sınırlarının ötesinde, geriye çekici bir zaafiyet kaynağı haline geldiği görülmektedir. Böyle olunca, birliği korumaya ve zindan cephesinden toplu bir çıkış örgütlemeye yönelik tüm çabalara rağmen, gelinen aşamada izlenecek yol üzerinden bir kopma kaçınılmaz olmuştur.

Sorun gerçekten yalnızca bir çıkışı en uygun bir fırsatı kollayarak ve bu arada yoğunlaştırılmış bir ön faaliyet üzerinden gündeme getirmek olsaydı, kuşkusuz bunu tercih etmek gerekirdi ve partimiz bunun gerektirdiği esnekliği fazlasıyla gösterirdi. Nitekim komünist tutsaklar haftalardır bu doğrultuda bir esneklik sergilemekte, bir görüş birliğine ulaşmak için yoğun bir çaba içinde bulunmaktaydılar.

Fakat yazık ki, hiç değilse bazı çevrelere üzerinden, sorun salt bir değerlendirme ve zamanlama farklılığından ötedir. Teslimiyet sürecinin ve onun körüklediği tasfiyeci eğilimin ağır tahribatı, zindan cephesindeki bazı tutumlar üzerinden bugün giderek daha açık bir biçimde görülmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin gözler önündeki tablosuna rağmen, örneğin birileri hala “yaşadığımız süreci” şöyle ele alabilmektedirler: “Yaşadığımız süreçte ön siperlerde çarpışma görevi, hala işçilerin, gençlerin, kadınların, kamu emekçilerinin ve tüm ezilenlerin omuzlarındadır. Devrimci tutsaklara düşecek rol ve zamanlaması onlar tarafından bir başka ifadeyle, sokağın sorunu çözmek yeterlilik veya yetersizlik düzeyi tarafından belirlenecektir.” (Atılım, 7 Ekim ‘00)

Bu sözleri bir başka zamanda ve coğrafyada birileri okusa, “yaşadığımız süreçte”, “işçilerin, gençlerin, kadınların, kamu emekçilerinin ve tüm ezilenlerin” Türkiye devrim ordusunun düzenli birlikleri içinde yer aldığını ve kendilerinden istendiğinde “ön siperlerde çarpışma görevi”ni tereddütsüz üstlenecek durumda olduklarını düşünürlerdi herhalde. İnsan gözlerini orta yerde duran kaba gerçeğe ancak bu denli kapatabilir. Düşünün ki bunlar kısa bir süre öncesine ait bir başyazının bitiş/final cümleleridir. Buradaki sorun yanılgı değil, düpedüz bir zaafiyettir.

Bu zaafiyet açık bir biçimde saptanmış bulunduğu içindir ki, TKİP, DHKP-C ve TKP (ML) davalarına mensup tutsaklar, dönemin omuzlarına yüklediği ağır sorumluluğu kendi başlarına üstlenmek yolunu seçmişlerdir. Herşeye rağmen, zindan cephesinde direniş birliğini yeniden kurmak için gerekli en azami çaba bundan sonra da gösterilecektir. Bunun en etkili yolu ise, tereddütlü olanları belirsiz bir süreye kadar beklemek değil, fakat faşizmin gelmekte olan saldırısına karşı tereddütsüzce ileriye atılmaktır. Bugün yapılmakta olan da budur.

Ölümüne direnişe yaşamsal destek!

Başlamak üzere olan zindan direnişi ile birlikte hücre karşıtı mücadele yeni olduğu kadar zorlu da olan bir yeni sürece girmektedir. Bunu ölümüne bir karşı saldırı olarak algılamak; başlamış olan direnişi her alanda ve her yolla desteklemek sorumluluğuna da bu gözle bakmak gerekmektedir. Devrimciler, zindanda sürmekte olan direnişten de aldıkları güçle hücre karşıtı muhalefeti geliştirmek için gerekli azami çabayı harcarlarsa eğer, böylece direnişin amacına ulaşması da kolaylaşacak, ödenecek bedeller en aza inecek, devletin örülmekte olan tezgahı bozulacak, hücreleri iyileştirme tartışmaları yerini hücrelerin kesin bir biçimde kapatılması isteminin özel ağırlığına bırakacaktır.

Zindanlarda bedenlerini ölüme yatıran devrimcilerin bu yolla üstlendikleri fedakarlık olağanüstü önemdedir. Bu tür direnişlerin ancak birbirini izleyen ölümler pahasına sonuç verdikleri, son 20 yılın deneyimleri ışığında, bugün Türkiye’de artık herkesin bildiği basit bir gerçektir. Fakat tam da çok bilinen bu basit gerçeğin kendisi, direnişin en az bedelle başarıya ulaşması için bir imkan olarak da ele alınabilmelidir. Devrimciler, bir kez ölümüne direnişe yattıklarında ölümü tereddütsüz bir yiğitlikle karşıladıklarını da, bugüne kadar sayısız kez kanıtlamışlardır. Bu sarsıcı kanıtlamanın kendisi, yeni direnişle bir kez daha ölümüne yola çıkmış devrimcilerin hayatlarını güvenceye almanın en büyük olanağı olarak değerlendirilebilmelidir. Bu olanağı en iyi biçimde değerlendirmek zorunluluğu, devrimci parti ve örgütlerin, ilerici kuruluş ve çevrelerin, özetle hücre karşıtlığında samimi olan herkesin, ihmal edilemez bir sorumluluğudur. Ve bu sorumluluğun gerekleri, hücre saldırısını püskürtebilecek bir büyük muhalefeti dışarda örmekle yerine getirilebilir ancak.

Bu görev ve sorumluluğun hakkını verebilmek ise, hücre saldırısının anlamı, kapsamı, amacı ve sonuçları üzerine bir kez daha derinlemesine düşünmeyi gerektirir. Tecrit ve izolasyon demek olan hücrelerle amaçlanan; devrimci kimliği ezmek, devrimcileri düşüncelerinden ve inançlarından arındırmak, onları utanç verici bir teslimiyete ve ihanete mecbur etmektir. Faşizm, bunu başardığı takdirde; devrimci kimliği dışarda da öldürebileceğini, toplumsal muhalefeti derinlemesine demoralize edebileceğini, böylece bilinçli ve kararlı öncü kesimlerden yoksun bıraktığı işçi sınıfı ve emekçileri daha kolay denetim altına alıp boyun eğdirebileceğini, düşünüyor ve hesaplıyor. Bu çok yönlü karşı-devrimci hesap kuşkusuz yaygınca bilinmektedir ve “yaşamın hücreleştirilmesi” olarak veciz bir biçimde dile de getirilmektedir. Bunu burada bir kez daha yinelememiz, bu bilincin gerektirdiği bir karşı koyuşun, buna uygun düşen bir çalışma ve mücadelenin taşıdığı çok özel öneme vurgu yapmak içindir.

Bugünkü zindan direnişi geçmişle kıyaslanamaz avantajlara sahiptir. F tipi denilen hücre saldırısıyla devletin gerçekte neyi amaçladığı, bunun ne türden insanlık dışı faşist bir uygulama olacağı toplumun önemli bir kesimi nezdinde iyi-kötü açığa çıkmıştır. Ulucanlar ve Burdur bu çerçevede sarsıcı tablolar sunmuşlardır. Öte yandan bu alanda oluşan duyarlılık, Burdur sonrasında somutça görüldüğü gibi, ilerici toplumsal kesimlerde daha bilinçli ve örgütlü bir biçimde kendini gösterebilmiştir. Bu duyarlılık son birkaç ayda biraz yatışmış görünse de, zindanlardaki çıkış onu yeniden uyarmak ve öteki biçimlerin yanısıra, “hücre karşıtı platformlar” halinde örgütlemek için önemli imkanlar sunmaktadır bize. Zindan direnişinin bu sonucu kendiliğinden yaratmayacağını, fakat bu sonuca ulaşmayı bir hayli kolaylaştıracağını bilerek davranmak, görev ve sorumluluklarımızı bu bakışaçısıyla ele almak durumundayız. Devlet, geçmiş örneklerde hep görüldüğü gibi; açlık grevlerini uzun süreli olarak görmezden gelmek, aldırmaz görünmek, bu çıkışı topluma kanıksatmak ve bu arada kararlılık gösterileri eşliğinde bilinen tehditlerini yinelemek yolu ve taktiği izleyecektir. Devletin bu taktiğini gözönünde tutarak, daha ilk gününden itibaren direnişi ve direnişin taleplerini toplumun gündemine sokmak için en azami bir çabayı harcamak durumundayız.

Hücre karşıtı muhalefette samimi olan tüm ilerici-demokratik örgüt, çevre ve kişiler de omuzlarına düşen sorumluluğa bu gözle yaklaşabilmelidirler. Bu gibi çevrelerden duyarlılık ve destek girişimlerinin ancak direnişler ölüm sınırına vardığında geldiğini geçmiş deneyimlerden bildiğimiz için, bunu burada özellikle hatırlatıyoruz. Benzer davranışlar bu kez ağır bir sorumluluk yaratır. Herkes hücre saldırısının başarıya ulaşması durumunda toplumsal muhalefetin geneli için yaratacağı ağır sonuçları gözeterek davranmak zorundadır.

Zindan direnişçileri olarak devrimci tutsaklar bir kez daha zorlu, fakat o denli onurlu bir sorumluluğun altına girmiş bulunmaktadırlar. Üstlendikleri misyon, kelimenin gerçek anlamıyla tarihi değerdedir. Faşizmin saldırısı, devrimin beynini ve yüreğini, düşünce ve ideallerini, ilke ve amaçlarını hedeflemektedir. Dolayısıyla devrimin direnişi de bütün bunları savunmaya, korumaya ve yenilmez kılmaya yönelmiştir. Bu, bu ülke tarihinin gördüğü en haklı, en meşru ve o ölçüde de hayati önemde bir mücadeledir. Bunda sağlanacak gerçek bir başarı, demek oluyor ki direnişin tam zaferi, bunu elde etmek için hayatlarını ortaya koyanları sonsuza kadar onurlandıracaktır.

Yaşasın direniş, yaşasın zafer!

Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm!

(Ekim, Sayı: 219, Ekim 2000, Başyazı)


Üste