Logo
< Parti programı ve tüzüğü üzerine ön düşünceler

Türkiye’nin modern tarihi ışığında “devralınan miras” -I


Bağımsızlık ve Devrim’den…

Türkiye’nin modern tarihi ışığında 
“devralınan miras” -I

 

XI. BÖLÜM

 

Tartışmanın sonuna geldik, konuyu artık toparlayabiliriz. Toparlamayı geleneksel hareketin ‘60’lardan devraldığı ve bugün hala sürdürdüğü düşünsel miras üzerinden yapacağız. Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm kitabı bu konuda işimizi kolaylaştıracak. Bu kitapta “Devralınan Miras” başlıklı bir bölüm var; bu bölümün “Yeni Çizginin Eskimiş Kökleri” başlıklı ara bölümünün bazı değerlendirmelerini, konuya dosdoğru girmek için okumak istiyorum:

“‘60’ların ilk yarısında Yön Hareketi’nce ortaya konulan, ikinci yarısında Yön ile birlikte ama bu kez marksist bir terminoloji içinde MDD Hareketi’nce savunulan ve tüm döneme egemen olan bazı görüşler, Türkiye devrimci hareketinde bugüne dek etkili kaldılar. Kapitalist gelişmenin, bunun toplum yaşamımızda ve temel sınıf ilişkilerinde yarattığı değişimlerin şu veya bu biçimde küçümsenmesi ya da gözden kaçırılması; toplumumuzun proleter devrim ve sosyalizm için olgunlaşmamış sayılması, buna bağlı olarak, emek-sermaye çelişkisinin tali planda görülmesi; burjuva gelişmenin geride bıraktığı sorunların abartılması ve mutlaklaştırılması, devrim aşamasına gerekçe ve kendi başına program haline getirilmesi vb., aslında tümü içiçe, biri diğerinin uzantısı bu hala etkili görüşler, hep 1960´ların ideolojik mirasıdır. Çeşitli değişimlere uğramış, devrimci biçimler kazanmış, ama özü değişmemiştir.

“‘60’lara egemen sosyalizm anlayışları burjuva sosyalizminin değişik türleriydi (Yön-Devrim, MDD Hareketi, TİP). Şu ya da bu düzen kurumuna (ordu, parlamento, bürokrasi, anayasa vb.) dayanarak kapitalist düzenin genel çerçevesi içinde ‘kapitalist olmayan yol’dan ‘kalkınma’, burjuva sosyalizm anlayışlarının ortak ekseniydi. Bunu Kemalizm savunuculuğu (İkinci Milli Kurtuluşçuluk) ve Türk milliyetçiliği tamamlıyordu.

“‘71 Devrimci Hareketi bu kaba burjuva anlayışların reddi temelinde ortaya çıktı ve devrimci hareketimizin tarihindeki öne-mi de buradadır. Ama bu yönleriyle ‘60’ları aşmak, onu her yönüyle aşmak değildi. ‘71 Devrimci Hareketi, Yön’de şekillenen ve MDD Hareketi’nde marksist bir görünüme büründürülen toplumsal yapı, toplumsal sınıflar, devrim aşaması, devrimin temel hedefleri vb. konulardaki tahlilleri ve bunlar üzerine oturan programı devraldı ve Mao’nun yeni demokratik devrim teorisinin özel etkisi altında, küçük-burjuvazinin devrimci özlemlerini aşmayan bir yorumla ‘70’li yılların ikinci yarısına devretti. Bu özelliği ile ‘71 Devrimci Hareketi yalnızca bir kopmayı değil, ‘60’ların ikinci yarısıyla ‘70’lerin ikinci yarısı arasında köprü konumuyla, bir sürekliliği de simgeliyor.” (H. Fırat, Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, Eksen Yayıncılık, 2. baskı. s.37-38)

Bu kuşkusuz genel ideolojik kimliğe, programların genel çerçevesine ilişkin bir değerlendirme. Bizi burada yalnızca anti-emperyalist mücadele/bağımsızlık sorunu ilgilendiriyor. Fakat denebilir ki, burada ortaya konulan değerlendirme, devrimin ve programın temel sorunlarına yaklaşım sözkonusu olduğunda, hepsinden çok emperyalizme karşı mücadele perspektifleri, yani bağımsızlık sorunu için geçerli. Bugün artık özel istisnalar dışında kimsenin kapitalist gelişmeyi küçümsediği, feodal kalıntıları abarttığı, Türkiye’yi yarı-feodal bir ülke olarak değerlendirdiği, köylü/toprak sorununu devrimin özü ve temeli saydığı, milli burjuvaziyi müttefik olarak gördüğü, bu liste çoğaltılabilir, yok. Tüm bunlar yok ama, emperyalizme karşı mücadelenin “burjuva demokratik karakterde bir mücadele” olduğu, “ulusal” bir öz taşıdığı, bu çerçevede “milli kurtuluşçu” bir muhtevaya sahip olduğu görüşü “sapa sağlam” ayakta duruyor. ‘60’ların Yön Hareketinden kök alan MDD Hareketi tarafından “ikinci milli kurtuluşçuluk”, Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından “ikinci kuvayi milliyeciliğimiz” olarak formüle edilen görüş, elbette devrimcileştirilmiş biçimler içinde, fakat özü itibarıyla korunuyor. Üstelik geleneksel halkçı akımın en ileri temsilcileri tarafından bile. Neydi bu öz, nasıl formüle ediliyordu? “Burjuva demokratik nitelikte bir görev olan emperyalizme karşı mücadele”!

İşte bu temel formül, ‘60 yılların bugüne en saf, en el değmemiş biçimiyle miras kalan fikirlerinden biri, kuşkusuz en önemlisidir. En önemlisidir diyorum; çünkü tüm tartışma boyunca döne döne altını çizdiğim gibi, emperyalizme karşı mücadelenin ele alınışı, genel olarak devrim sorununun ele alınışında kilit önemde, belirleyici önemde bir sorundur. Bu kritik, bu belirleyici öneme kestirme kanıtlar da gösterebilirim. Dikkat edin, sosyoekonomik yapı, köylü/toprak sorunu, milli burjuvazi vb. sorunlarda nispeten daha ileri bir konumda bulunan, Türkiye’nin bu konudaki nesnel gerçeklerine nispeten da-ha yakın olan bazı gruplar, tam da anti-emperyalist mücadelenin “burjuva demokratik karakteri”ni kanıtlama çabası içinde, tüm bu konularda geriye dönük adımlar atmak zorunda kalıyor-ar. Feodal kalıntılar yeniden abartılıyor, “nasıl bir kapitalizm” sorunu yeniden öne çıkarılıyor, tekelci sermayenin iktidar ortağı bir yarı-feodal toprak ağalığı kategorisi yeniden vurgulanıyor. Tüm bunların bir parçası olarak, sallantılı ve tutarsız da olsa, “anti-emperyalist demokratik devrim mücadelesinde” proletaryaya müttefik olacak bir orta burjuvazi kategorisine geri dönülüyor. Ve elbetteki, tüm bunların mantıksal bir gereği ve sonucu olarak da, anti-emperyalist mücadelenin burjuva demokratik bir öz ve karakter taşıdığı görüşü savunuluyor. Abartmasız olarak, tüm bu geri adımlar, tüm bu muhakeme tarzı, ‘60’lar Türkiye’sin-den, o günün düşünsel mirasından kök alıyor.

Bunu biz geçmişe yönelik teorik eleştiri içinde yeterli açıklıkta gösterdik. “Devralınan miras”ın bu yönünü yer yer ayrıntılar içinde örnekledik. Bu konuda Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm’den belli vurucu pasajlar okuyacağımı daha önce hatırlatmıştım. Fakat buna geçmeden önce, bu fikirlerin neden ‘60’lar Türkiye’sinde boy verdiği, ‘60’lı yılların bu açıdan, özellikle emperyalizme karşı mücadele açısından kendine özgü öneminin nereden kaynaklandığı üzerinde durmak, bunun için de kuşbakışı ve çok özet biçimde de olsa daha gerilere bakmak gerekiyor.
“Yüzyıllık demokratik devrim sürecimiz” ya da “mücadelemiz” sözü Perinçek’e ait olsa da, işin aslında, hala tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim süreci ve aşaması içinde bulunduğumuzu iddia eden geleneksel gruplara da uyuyor. O halde bu yüzyıllık sürece bir bakalım. Kuşkusuz yalnızca konumuzla, yani Türkiye’nin bağımlılık süreci ve emperyalizme karşı mücadelenin perspektifleri sınırları içinde.

Yineliyorum, burada amacım yüzyıllık bir genel tarihsel döküm yapmak değil. Kaldı ki bu, bu kısa zaman dilimine sığdırılamayacak kadar kapsamlı, çok yönlü ve doğal olarak hayli güç bir iştir. Türkiye’nin tarihi üzerine değerlendirmelere başka bazı konferans konuları vesilesiyle zaten enine-boyuna gireceğiz. Ben burada yalnızca konumuza ilişkin sınırlar içerisinde çok kısa bazı değinmelerle yetineceğim.

Osmanlı İmparatorluğu, bildiğiniz gibi, 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında, Lenin’in sözleriyle, %90 sömürge bir toplum haline gelmişti. Maliyesi iflas etmiş, alacaklı emperyalist devletler Osmanlı gelirlerine doğrudan el koymuşlardı. Bir feodal vergi olan Aşarı bile emperyalist devletlerin borç tahsilat örgütü olan Düyun-u Umumiye bizzat kendi memurları aracılığıyla topluyordu. Bir İngiliz-Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankası, devletin merkez bankası olarak çalışıyordu.

Peki bu süreç ne zaman başladı ve işler buraya nasıl geldi?

Batıda sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarına doğru başladı ve asıl sonuçlarını 19. yüzyılın ilk yarısında gösterdi. Sanayi devriminin dünya tarihi açısından temel önemde sonuçlarından biri, dünya pazarının oluşumu oldu. Batının, somutta “dünyanın atölyesi” İngiltere’nın, makina ürünü ucuz mallarının tüm dünyayı istila etmesi ve böylece henüz geleneksel feodal toplum koşulları içinde bulunan ülkelerde el emeğine dayalı geleneksel sanayinin yıkımı, dünya pazarının oluşması olgusunun bir yönüdür. Bu yıkımı yaşayan ülkeler böylece Batının mamul malları için kârlı sürüm pazarlarına dönüştüler. Bu aynı ülkelerin Avrupa kapitalizmi için ucuz hammadde kaynaklarına dönüşmesi ise aynı sürecin ve olgunun öteki yüzü oldu.

19. yüzyılın ilk yarısının bu evrensel olgusu, feodal Osmanlı toplumu bünyesindeki gelişmeleri de belirledi. Batılı ülkelere daha 16. yüzyıldan itibaren peyder pey tanınan kapitülasyonlar, asıl yıkıcı etkilerini 19. yüzyılın bu aynı döneminde gösterdiler. Batının mamul malları İmparatorluğa serbestçe akmaya başladı ve geleneksel el sanayii hızla tasfiye sürecine girdi. 1838 Serbest Ticaret Antlaşması, bu aynı sürece yeni boyutlar kazandırdı. Böylece, Osmanlı toplumunun feodal bünyesinde çözülmeler yaratan ve İmparatorluğu yarı-sömürgeleştiren süreç başlamış oldu.

Fakat bu süreç asıl ivmesini yüzyılın ortalarından itibaren kazandı. Borçlar ve demiryolu imtiyazları, yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı devletini köleleştiren, yüzyılın sonunda onu “%90 sömürge” haline getiren sürecin temel araçları oldular. Son derece ağır koşullarda verilen borçlar ve olağanüstü elverişli koşullarda alınan demiryolları imtiyazları, Osmanlı devle-tini, onun ticaretini ve maliyesini her açıdan Batılı kapitalist devletlere bağladı. İlk borç 1854’te Kırım savaşının finansmanı için alınmıştı. 20 yıl sonra, 1875’de, Osmanlı devleti borçları ödeyemeyeceğini açıklayarak iflasını ilan etmek zorunda kaldı. Bunu Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu izledi. Düyun-u Umumiye, alacaklı devletlerin Osmanlı devletinin gelirlerine doğrudan el koyarak, tahsilat işini bizzat üstlenmeleri demekti. Böylece, kapitülasyonlar nedeniyle her türlü gümrük bağımsızlığından zaten yoksun olan İmparatorluk, mali bağımsızlığını da tümden yitirdi. Düyun-u Umumiye idaresi Osmanlı maliyesinin yerini aldı. Bunu, İngiliz-Fransız ortaklığı bir yabancı banka olduğu halde Osmanlı merkez bankası gibi çalışan Osmanlı Bankası ile Osmanlının en önemli ihraç maddesi olan tütün tekelini almış olan “Reji” tamamlıyordu. Tüm bu emperyalist kuruluşlar kendi örgütleri aracılığıyla, hukusal, idari ve zaptiyesel yetkilerle donatılmış halde, doğrudan üretici olan köylülerle bizzat yüzyüze geliyor, artık ürüne bizzat el koyuyorlardı.

Burada dikkate değer bir tarihsel olgu ile yüzyüzeyiz. Gerek demiryolu yatırımları, gerekse bunun ayrı bir hız ve kap-sam kazandırdığı ticari dolaşım ve öteki yatırımlar, kuşku yok ki feodal yapıyı çözüyor, meta üretimini, para-meta ilişkilerini İmparatorluk bünyesinde yaygınlaştırıyordu. Bu böyle olmakla birlikte, gerek Osmanlı borçları ve gerekse demiryolu imtiyazları için ayrılmış gelirlerin, ki bunlar feodal vergilerden başka bir şey değildi, bizzat emperyalist sömürünün dolaysız konusu olması olgusu burada dikkate değerdir. Bu, o çağda ve 20. yüzyılın ilk yarısında birçok başka sömürge, yarı-sömürge ülkede de rastlanan evrensel bir olgudur. Emperyalist köleliğin ve sömürünün feodal ilişkiler ve sömürü yöntemleri ile birleştirilmesinin tipik bir örneğidir.

20. yüzyıla dönüldüğünde, Osmanlı İmparatorluğu, emperyalizmin çok yönlü egemenliği altında tipik bir yarı-sömürge yarı-feodal ülke durumundadır. Ticareti, ulaşımı, maliyesi, ban-kacılık işleri, ihraç edilen tarımsal hammadde üretimi, madenciliği, özetle iktisadi yaşamın tüm temel alanları emperyalizmin denetimine girmiş, büyük bir sömürü ve soygunun konusu haline gelmişti. Osmanlı devletinin feodal karakterdeki vergi gelirlerinin bile bizzat Düyun-u Umumiye tarafından köylüden tahsil edildiğini gözönünü aldığımızda, kapalı köylü ekonomisinin bile emperyalist sömürünün etki alanına girdiğini söyleyebiliriz. Emperyalizmin iç toplumsal dayanakları, Osmanlı sarayının temsil ettiği feodal aristokrasi ile 19. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmelerin şekillendirdiği komprador burjuvaziydi. Daha çok azınlıklara mensup tüccarlar ile yine daha çok azınlıklardan oluşan ve Galata Bankerleri diye bilinen asalak kategori, bu burjuvazinin asıl çekirdeği durumundaydı.

Buradan İttihat ve Terakki’ye ve onun önderlik ettiği 1908 Devrimine geçebiliriz. Bu akım ve onun önderlik ettiği 1908 hareketi, Türk-müslüman burjuvazisinin siyasal ağırlığını koymaya yönelik bir ilk tarihsel girişimi olmak bakımından ayrı bir önem taşıyor. Komprador burjuvazinin daha çok azınlıklara mensup unsurlardan oluşması, emperyalistlerle iktisadi-ticari ilişkilerin büyük ölçüde bunlar kanalıyla sürdürülmesi, Türk ticaret burjuvazisinin, daha doğrusu bu burjuvazinin toplumsal şekillenmesiyle kıyaslanamayacak bir gelişme gösteren onun temsilcisi konumundaki politik akımın muhalefetini artırıcı bir etkendi. 1908 Devrimi bu muhalefetin ürünü oldu. Bunun son derece güdük, demokratik ve halkçı muhtevadan esası itibarıyla yoksun, sınırlı bir üst tabaka hareketi olduğunu biliyoruz. Bu nedenle meşrutiyetin yeniden ilanı biçimindeki bir anayasal tavizle sınırlı kaldı. İttihat ve Terakki elbetteki kapitülasyonlardan, gümrük bağımsızlığından yoksunluktan, Düyun-u Umumiye’de ifadesini bulan ağır mali kölelikten rahatsızdı. Fakat buna karşı yapabileceği fazla bir şey de yoktu. Feodal aristokrasiyle, sarayla ve elbetteki emperyalizmle içiçe bir akımdı. Bunlarla uzlaşarak ve anlaşarak temsil ettiği sınıfa yer açmaya çalışıyordu. Bu ise doğal olarak hiçbir ciddi sonuç yaratamazdı.

Bu akımın yapmak istediklerini Alman emperyalizminin tam güdümünde savaşa girerek gerçekleştirmeye çalışması, onun bu karakterinin bir yansımasıydı. Ancak savaş sayesinde savaş-tığı ülkelerin kapitülasyonlarda ifadesini bulan ayrıcalıklarını tek taraflı olarak iptal edebildi ve iç pazarı koruyan gümrük uygulamaları başlattı. Fakat güdümüne girdiği Alman emperyalizmini bundan muaf tutması, atılan adımların sınırlarına ve karakterine ışık tutmaktadır. Fransız-İngiliz emperyalist bloğuna karşı atılan bu adımlar emperyalizme karşı bir tutumun ifadesi değildi, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak mevzi kazanmaktan öteye bir anlam taşımıyordu. Alman emperyalizmi ile ilişkilerin yapısına bakıldığında, Almanya’nın zaferiyle bitecek bir dünya savaşının Alman emperyalizminin kölesi bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka bir sonuç yaratmayacağını söylemekte bir güçlük yoktur. Şu farkla ki, bu yeni bağımlılık ilişkileri içinde Rum ve Ermeni azınlıklara mensup burjuvazinin yerini Türk-müslüman öğeler almış olacaktı. Nitekim gerek savaşın hemen öncesindeki Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun sonuçları, gerekse ve asıl olarak savaş döneminin büyük vurgun ortamı, İttihatçı hükümetlerin çok özel çabalarıyla bu burjuvaziyi palazlandırdı.

Nihayet konumuz için asıl önem taşıyan tarihsel döneme, Türk kurtuluş savaşı dönemine geliyoruz. Kurtuluş savaşına, bildiğiniz gibi, o henüz cılız, henüz herhangi bir sanayi temeline sahip olmayan, daha henüz tefeci-ticaret özellikleri ağır basan bir burjuvazi önderlik etti. Ve doğal olarak, milli kurtuluş devrimi de buna uygun bir kapsam ve karakter kazandı.

Osmanlı İmparatorluğu emperyalist dünya savaşına Alman emperyalizminin güdümünde girmiş ve yenilmişti. Yenenler doğal olarak yenilenlere kendi koşullarını dayattılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun payına da önceki gizli anlaşmalara ve savaş sonrasının güç dengesine göre galip emperyalist devletler arasında paylaşılmak düştü. Emperyalistler bu paylaşım esasları çerçevesinde Türkiye’yi işgale ve tümden sömürgeleştirmeye giriştiler.

Milli Türk ticaret burjuvazisinin önderliğini ele geçirdiği ve gelişme seyri üzerinde tam hakimiyet kurduğu kurtuluş savaşı, özünde ve esasında bu sömürgeleştirme girişimine karşı bir direnmeydi. Emperyalistlerin işgal eyleminde Rum ve Ermeni azınlıkları kullanması, Yunan ordularının İngiliz emperyalizminin güdümünde Anadolu’nun işgaline bizzat katılması, Türk burjuvazisinin direncini artıran bir başka öğe oldu. Bu aynı olgu, Türk burjuvazisinin, onun temsilcisi olarak kemalistlerin, müslüman kimliği önplana çıkararak Kürtleri kendi amaçları doğrultusunda yedeklemesini de kolaylaştırdı.

Sömürgeleştirme girişimini boşa çıkaran, işgali kıran ve siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sonuçlanın milli kurtuluş savaşı, bu sınırlar içinde anti-emperyalist/bağımsızlıkçı bir karakter taşıyordu. Bu yönüyle ulusal karakterde bir burjuva devrimiydi. Bu devrime önderlik eden sınıfın feodal, yarı-feodal toprak ağalarıyla güçlü bağları vardı. Bu nedenle sosyal ve iktisadi ilişkiler planında feodalizme karşı yönelmek bir yana, bu doğrultuda bir eğilim ve potansiyel taşıyan sosyal ve siyasal hareketler anında ezildi ve tasfiye edildi. Bu anlamda, emperyalist işgale karşı direnç gösteren burjuvazi, emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temellerine dokunmadı. Tersine, kendi siyasal inisiyatifi temeli üzerinde, kendi iktidar hakimiyeti temeli üzerinde bu güçlerle birleşti. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki, kemalist burjuvazi emperyalizmin ülkedeki iktisadi ve mali varlığına değil, fakat bu varlığın kapitülasyonlarda ifadesini bulan çok özel ayrıcalıklarla donanmış biçimine karşıydı. Nitekim gerek milli kurtuluş savaşı süreci boyunca gerekse kurtuluştan sonra, başta Mustafa Kemal olmak üzere kemalist önderler bu ayrıma konuşma ve açıklamalarında özel bir itina gösterdiler.

Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşması bu konudaki tutumun en veciz bir ifadesidir. Mustafa Kemal bu konuşmasında bir yandan kapitülasyonları sert bir biçimde suçlar, gümrük bağımsızlığından bile yoksun olan Osmanlı devletinin gerçekte “ecnebilerin müstemlekesi”, yani sömürgesi olduğunu söyler. Fakat hemen bunun ardından yabancı sermayeye hiçbir biçimde karşı olmadıklarını, tersine, Türk devletinin koyduğu kurallara ve kanunlara uymak kaydıyla, ona her türlü teminat vermeye, onunla her türlü yararlı işbirliğine hazır olduklarını, dahası sermaye kıtlığı koşullarında buna ihtiyaç duyduklarını söyler. Denebilir ki, kemalistlerin önderlik ettiği kurtuluş savaşının sınırları bundan daha iyi çizilemezdi. Onların temsil ettiği Türk burjuvazisinin emperyalizme karşı tutumunun sınırları bundan daha iyi anlatılamazdı. Nitekim kemalistler savaşın belli bir aşamasında, işgal girişimine son vermek kaydıyla Fransız ve İtalyan emperyalistleriyle çabucak anlaşmak-ta ve özellikle Fransızlarla iktisadi antlaşmalar imzalamakta herhangi bir güçlük çekmediler. Bu genellikle kemalistlerin emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmasına bir örnek olarak gösterilir. Böyle bir yanı elbette var. Fakat aynı zamanda onların emperyalizme karşı aldıkları tutumun sınırlarına da bir göstergedir, hatta esas olarak buna bir göstergedir.

Elbette tüm bu gerçekleri kemalistlerin önderlik ettiği ulusal burjuva devrimini küçümsemek için dile getirmiyorum. Bu devrimin bir üst tabaka devrimi olduğu, bu nedenle emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temellerine hiçbir biçimde dokunmadığı, alt sınıfların inisiyatifini ezdiği, feodal toprak mülkiyetine dokunmadığı, halkçı demokratik bir muhteva taşımadığı, siyasal özgürlük sağlamadığı, dahası, Kürt ulusunu inkarı ve sömürgeci köleleştirilmesi ile sonuçlandığı vb. vb., bunlar yeterince açık ve yaygın kabul gören gerçekler. Fakat tüm bunlar, kemalist ulusal devrimin tarihsel ve pratik önemini azaltmıyor. Bu mücadele Türk burjuvazisini iktidar dümenine oturtmuş ve bu çerçevede Türkiye’nin modern burjuva gelişmesinin önünü açmıştır. kurtuluş savaşı ve onu izleyen kemalist reformlar, ağır ve sancılı bir yoldan da olsa, kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bugünün modern Türkiye’sine yolu düzlemiştir.

Kemalistler siyasal bağımsızlığı kazandılar, kısmen de olsa kazandılar, yaptıkları az iş değildi. Nihayet dünya emperyalizminin dayattığı belli koşullar vardı, bu koşulları kabul etmediler, buna karşı direndiler. İşgali kırdılar ve devlet bağımsızlığını kazandılar. İş bundan ibaret de kalmadı, başka şeyler de yaptılar. Kapitülasyonlar, emperyalizmin birer kölelik ayrıcalığıydı, bunları kaldırdılar. Bu kapitülasyonların bir parçası olarak, kendi gümrükleri üzerinde bir egemenliği yoktu Türk burjuvazisinin, bu egemenliği elde ettiler. İç pazarı korumak ve geliştirmek amacı çerçevesinde, gümrük duvarları örme olanağı kazandılar. Böylece iç pazar üzerinde kendi kontrollerini kurdular. Emperyalistler arasındaki dengelere, Sovyetler Birliği ile emperyalist dünya arasındaki çelişkilere oynamak, bu çelişkilerden yararlanmak imkanı kazandılar. Bu sınırlar içerisinde, ulusal burjuva karakterde başarılar bunlar.

Gelişmenin kendisi burjuvaziyi siyasal iktidar dümeninin etkin bir gücü haline getiriyor. Toplumsal yaşama bakıyoruz, feodal ilişkiler hala yaygın, toprak ağalığı bir kurum olarak çok yaygın, toprak ağalığı sınıfı güçlü. Ama emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşının siyasal öncüsü olduğu, ona önderlik ettiği için, burjuvazi kendi toplumsal gücüyle kıyaslanmayacak bir ağırlık elde ediyor. Toprak ağalığının siyasal ve kültürel üstyapısına bu sayede kolaylıkla belli darbeler vurabiliyor. Padişahlığı ilga edebiliyor, Hilafeti kaldırabiliyor, aşarı kaldırabiliyor, yerine modern vergi koyuyor. Bir takım kültürel adımlar atıyor. Burjuvazi kurtuluş savaşı içinde kazandığı siyasal inisiyatifle tüm bunları yapabiliyor. Ve elbetteki tüm bunları, kendi sınıf konumunun ve çıkarlarının gereği olarak, “çağdaş uygarlık düzeyi” olarak idealleştirdiği modern kapitalist geliş-menin yolunu düzlemek üzere yapıyor.

Özetle 1920’li yıllarda Türk burjuvazisi toplumsal gücüyle kıyaslanamayacak bir siyasal ağırlık elde etti. Kitlelerin emperyalist işgale ve sömürgeleştirme girişimine karşı duyarlı-lığını değerlendirdi, arkasına aldı ve bunda başarı sağladığı ölçüde de siyasal kuvvet kazandı. Ve o bu siyasal kuvveti, toplumsal yaşam içindeki ağırlığını artırmanın bir imkanına, giderek aslında kapitalist gelişmenin önünü açmanın ve böylece kendi toplumsal konumunu güçlendirmenin ve pekiştirmenin bir olanağına çevirdi.

Bilindiği gibi kemalistlerin elde ettiği siyasal bağımsızlık devrimci saflarda genellikle küçümsemeyle karşılanır. Kemalist devrimin emperyalist egemenliğin iktisadi ve mali temelleri-ne dokunmamış olması bu küçümsemeye gerekçe olarak gösterilir. Oysa bir burjuva hareketin tarih süreci içerisinde oynadığı somut rolü, işçi sınıfı önderliğindeki bir hareketin oynayabileceği rol ile kıyaslamaya kalkmak anlamsızdır. Kemalist hareket tutucu bir burjuva siyasal akım olarak denebilir ki kendi konumundan oynayabileceği rolü yeterince oynamıştır. Emperyalizm çağında hiçbir burjuva kurtuluş hareketi, çok özel koşullar dışında, iktisadi ve mali boyutlar içeren bir tam bağımsızlık mücadelesi veremez. Burjuvazi önderliğindeki bir kurtuluş hareketi ancak siyasal bağımsızlık hedefi güdebilir ki, kemalist hareketin de yaptığı bu olmuştur. Türk kurtuluş savaşı bu tür bir siyasal bağımsızlığı sağlamıştır. Elbetteki eksik ve güdük bir siyasal bağımsızlıktır bu. Ama emperyalizm çağında ve burjuva siyasal egemenlik koşullarında siyasal bağımsızlık her zaman böyledir.

Kapitalizmin sınırları dışına çıkmadığınız koşullarda, bir kurtuluş mücadelesiyle de olsa kazandığınız siyasal bağımsızlık her zaman eksik ve güdük olacaktır. Kapitalizmin temelleri üzerinde, bu temelleri koruduğunuz sürece, ideal siyasal bağımsızlık, yalnızca bir teorik soyutlamadır. Gerçek tarih zemininde bu hiçbir zaman mümkün değildir. Bir teorik soyutlama olarak, Lenin’den de daha önce okuduğumuz gibi, bu mümkündür, bunun olmayacağı iddia edilemez. Ama gerçek yaşamda bu genellikle olmaz.

Kurtuluş savaşını kazanan Türk burjuvazisi bir yandan Lozan’da barış görüşmeleri yaparken beri yandan İzmir’de İktisat Kongresi topluyordu. Musul ve Kerkük sorununu bir yana bırakırsak, Lozan görüşmelerindeki asıl çekişme kapitülasyonlar sorunu ile yeni Türk devletinin gümrük bağımsızlığı üzerinden sürüyor. Türk burjuvazisinin siyasi bağımsızlık çabasının iktisadi sınırlarını işte bu sorunlar çerçevesindeki hassasiyeti çiziyor. Bu burjuvazinin kendi iç pazarı üzerinde kontrol kurma arzusudur. Bunun emperyalist sermayenin Türkiye’deki iktisadi ve mali faaliyetlerine karşıtlıkla en ufak bir ilgisi yoktur. Tam tersine, iktisadi ve mali bakımdan son derece güçsüz bulunan, fakat hızlı bir gelişme yaşamak isteyen Türk burjuvazisinin bu tür bir faaliyete şiddetle ihtiyacı vardır. Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasındaki (ki Lozan görüşmelerine paralel bir zaman diliminde toplanmış bir kongredir bu) ikili vurgusunun bu çerçevede yeniden hatırlayabiliriz. Bilindiği gibi Lozan Antlaşması çerçevesinde kapitülasyonlar kaldırılıyor ve 5 yıllık bir geçiş dönemi koşuluna bağlanarak da olsa Türk devletinin kendi gümrükleri üzerindeki hakimiyeti tescil ediliyor. Türk burjuvazisinin siyasal bağımsızlık mücadelesinin sınırları işte budur.

Bilindiği gibi Türk milli kurtuluş savaşının iktisadi ve mali boyutlar da içeren bir “tam bağımsızlık”la sonuçlanmamış olmamasını, ‘60’lı yılların burjuva sosyalizmi, “ikinci bir milli kurtuluş savaşı” ihtiyacına bir dayanak olarak kullanmak yoluna gitti. Bu düşünce, eğer kemalist burjuvazinin önderlik ettiği milli kurtuluş savaşının hemen ertesinde devrimci bir perspektif olarak ortaya konulsaydı, o günün iktisadi ve toplumsal koşulları zemininde, kuşkusuz ki gerçek bir anlam taşırdı. Ama eğer bu, burjuvazinin siyasal hakimiyeti ile sonuçlanan bir tarihsel olayın 40 küsur yıl sonrasında gündeme getiriliyorsa, bunun ne anlama geldiği de o günün Türkiye’sinin iktisadi ve toplumsal koşullarının ne durumda olduğuyla sıkı sıkıya bağlantılı hale gelir. Aradaki tarih dilimi içerisinde yaşananların anlamı ve kapsa-mı nedir? Burjuvazinin hakimiyeti altında toplumun tuttuğu yeni yolun yolaçtığı yeni iktisadi ve sosyal koşullar nelerdir? Bu sorulara nesnel gerçeklere uygun yanıtlar verilemediği sürece, kendi başına bir “ikinci milli kurtuluş savaşı” şiarı tarihsel açı-dan herhangi bir anlam taşımaz.

(Bağımsızlık ve Devrim, H. Fırat, Eksen Yayıncılık, s. 244-257)


Üste